CUMHURİYET
Batı dillerinde cumhuriyetin karşılığı, ulusun kendisini yönetmesi anlamına
gelir. Cumhuriyet rejiminde iki unsur çok önemlidir:
a- İdare edilenler
b- İdare edenler
Bu iki unsurun sahip olası gereken özelliklerin başında dürüstlük gelir.
Cumhuriyet rejiminde her iki tarafında dürüst ve namuslu olması gerekir. Rejimin
demokrasi paltformuna oturtulması şarttır.
Cumhuriyet, ulusun vatan ve hukuka sevgisi ve içten bağlılığı ile
yaşatılmalıdır. Bu nedenle cumhuriyete hayat veren damarların başında demokrasi
gelir. Gerçek cumhuriyet rejimlerinde sistemin demokrasi ile olan ilişkisi çok
önemlidir. Çünkü iç ve dış tehlikelere karşı cumhuriyet kendisini sert ve katı
bir şekilde ama demokrasinin gerekleri içinde koruyacaktır. Bunların dışına
çıkılmaması gereklidir, aksi taktirde demokrasi ile cumhuriyet arasında kopukluk
başlar. Bundan da en büyük zararı cumhuriyet rejimi görür. Onun için cumhuriyet
yöneticileri daima uyanık ve gözleyici durumda olacaklardır.
Demokrasiyi benimsemiş siyasi rejimlerdeki cumhuriyetlerde özgürlüklerin
kullanılma alanları, demokrasinin kuralları ile sınırlandırılmıştır. Demokratik
sistem ile idare edilen cumhuriyetlerde hiç kimsenin sınırsız hak ve hukuku
yoktur. Sınırsız hak ve hukukun olduğu rejimlere de demokrasi veya cumhuriyet
denemez. Çünkü demokrasilerde ve demokratik cumhuriyetlerde kişilerin ve
dolayısıyla toplumların özgürlükleri hukuk yolu ile güvence altına alındığı
gibi, buların sınırları da adaletin kalemi ile çizilmiştir. Bu kısa açıklamadan
sonra Atatürk'ün cumhuriyet ve devlet anlayışına değinelim.
Atatürk, kurmuş olduğu genç Türk Devletinin yapısını 29 Ekim 1923 tarihinde
cumhuriyetin temelleri üzerine oturturken, en kısa zaman da bunun gereği olan
demokrasiye geçileceğini öngörüyordu. O da siyasi alanda demokrasinin çok
partili sistemle gerçekleşeceğinin bilincindeydi.
Atatürk'ün zamanımızdan yaklaşık üç çeyrek asır evvel cumhuriyet için
söyledikleri, bugün hala bazı batı ülkelerin elde etmeye çalıştıkları
düşüncelerdir. O söylediklerimi bilimsel bir temel üzerine oturtmamış olsaydı,
bu kadar zaman sonra düşünceleri hala güncelliğini koruyabilir miydi? Atatürk
sadece bilgili bir asker, uzak görüşlü bir devlet adamı değil aynı zamanda
gerçek bir düşünürdü. Ayrıca sadece düşünce üretmekle kalmamış, bu düşünceleri
gerçekleştirerek, üçüncü dünya ülkelerine bağımsızlığın ve kurtuluşun yolunu da
göstermiştir. Bugün bağımsızlık savaşı veren pek çok ülkede Atatürk adı hala bir
bayrak gibi dalgalanıyorsa nedenini burada aramak doğru olur.
29 Ekim 1923 günü ilan edilen cumhuriyetin alt yapısını Atatürk aşama aşama
nasıl hazırlamıştı ?
Cumhuriyet laik bir sistem üzerine kurulacaktı. Yani cumhuriyet idaresinde ne
halifeye ne de onun kalıntılarına yer vardı. Cumhuriyeti adaletli bir adalet
sistemi koruyacaktı. Cumhuriyetin genç kuşakları çağ dışı kara kafalılar
tarafından değil, aydın bağımsızlık ve hürriyetin değerini bilen aydın kafalı
öğretmenler tarafından yetiştirilecektir. İmparatorluktan kalan mantık dışı ne
varsa hepsi kaldırılacak, cumhuriyetin temelini müspet ilim oluşturacaktır.
Cumhuriyetin yalnızca kanunlar ile, devlet zoru ile ve yasaklarla
korunamayacağının bilincinde olan Atatürk, onun gerçek değerini anlayabileceğini
söyleyebilmiştir. Geçen zaman içerisindeki olaylar bu ileri görüşlü devlet
adamının ve düşünürünün ne denli haklı olduğunu göstermiştir.
Bilgisiz ve bilinçsiz bir halk topluluğunun ulus olma hakkına sahip
olamayacağını vurgulayan Atatürk, ulusun bilinçlendiği oranda hak ve hukukuna
sahip çıkacağını biliyordu. Bu nedenle eğitim ve kültüre çok önem vermiştir.
Onun, bir bakıma kültürü, cumhuriyetin temellerinden biri olarak görmesindeki
neden budur.
Atatürk'e göre sadece cumhuriyete sahip olmak yeterli değildir.
Ona layık olmak da gereklidir. Bunun içinde gereken yol gene eğitimden
geçiyordu.
Hürriyet ve bağımsızlığın kıymetini, erdemli ve özverili, çağdaş eğitim almış
olan gençler, savaş alanlarında bu uğurda şehit düşen askerlerden çok daha iyi
bilebilirlerdi Bağımsızlık; hürriyet, cumhuriyet bundan böyle savaşarak değil,
bunları değeri bilinerek korunacaktı. Onun için kılıçla elde edilen zaferler,
siyasi, ekonomik, kültürel zaferlerle taçlandırılmalıydı.
CUMHURİYET'İN İLANI
Lozan'n kabulü ve barışın sağlanması ile geride Türk Devleti'nin siyasal
yapısını belirleyecek devlet şeklinin ve adının ne olacağı sorunu kaldı.
T.B.M.M.'nin varlığı ile egemenliğin kayıtsız - şartsız ulusa ait olan, insan
haklarına dayanan bir devlet sistemi kurulmuştu. Fakat gerek halkın, gerekse
Meclis içinde bulunanların büyük kısmı Padişah'a dinsel ve geleneksel bağlarla
bağlıydılar. Padişah'ın işgal ettiği Saltanat - Hilafet makamı yüzyıllardır
kökleşmiş bir teokratik sistemdi. 1300 yılından beri de Osmanoğullarından başka
hiçbir aile iktidar olmamıştı. Egemenlik biri dinden, diğeri gelenekten gelen
iki kaynaktan çıkıyor ve Padişah'ta toplanıyordu. Gerçi İttihat Terakki bu gücü
kırmıştı, fakat sistemin özünü, yani egemenliğin kaynağını ve kullanılış
biçimini değiştirememişti. Egemenliğin, tanrı hakları sisteminden, insan hakları
sistemine geçişin bir sonucu olarak Padişah'tan ulusa geçişi, bir ilke ve ülkü
olarak Amasya Genelgesi'nde ortaya konmuş ve 23 Nisan 1920'de B.M.M.'nde
somutlaşmıştı. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu da bu temel üzerine oturmuştu.
Kurtuluş Savaşı ulusal bağımsızlık yanında ulus egemenliğini de açık bir
biçimde ortaya koyduğu için Padişah daha başından beri milliyetçilerin amansız
düşmanı kesilmişti. M. Kemal Paşa Padişah'ın ihanetini bildiği halde, henüz
zamanı olmadığı için Padişah'ı hedef almadı. Genç subaylık yıllarından beri
inandığı ve Erzurum'da Mazhar Müfit'e not ettirdiği "Cumhuriyet" inancını
"Ulusal bir sır" olarak sakladı. Kurtuluş Savaşı içinde "Cumhuriyetçi" bir
düşünceyi ortaya atmak, iç parçalanmaya yol açacağı için bu yola gitmedi. Hatta
Sivas Kongresi sırasında "Cumhuriyet" ilan edelim önerilerini red etmişti. Fakat
Kurtuluş Savaşı'nın Başkomutanı, Türk Ulusu'nun kurtarıcısı M. Kemal,
Türkiye'nin siyasal yapısını değiştirmenin ilk adımını Saltanat'ın
kaldırılmasını sağlamakla attı. Saltanat'ın kaldırılışına en yakın arkadaşları
bile karşı çıkmışlardı. Meclis'te tutucu kanat direndiyse de, M. Kemal Paşa'nın
kararlı ve sert tutumu sonucu Saltanat'ın kaldırılışı sağlandı. Fakat onun bu
sert tutumu endişe doğurdu. Bunun bir başlangıç olduğunu görenler çeşitli
yöntemlerle M. Kemal Paşa'yı engellemeye çalıştılar.
2 Aralık 1922'de Meclis'e muhalif grup tarafından bir öneri verildi.
"İntihab-ı Mebusan Kanunu"nda değişiklik yapılmasını isteyen önergede "Büyük
Millet Meclisi'ne üye seçilmek için Türkiye'nin bugünkü sınırları içindeki
yerler halkından olmak ve seçim çevresine yeni gelenlerin ise en az beş yıl
oturmuş olmaları" gerektiği kanun hükmü haline getirilmek isteniyordu. M. Kemal
Paşa'yı milletvekili seçilmekten yoksun bırakmak isteyen bu önerge üzerine söz
alan M. Kemal Paşa, doğum yerinin Türkiye'nin sınırları dışında kaldığını ve bir
yerde beş yıl oturmadığını belirttikten sonra, düşmanlara karşı savaştığını,
vatanı kurtarmak için hiç bir yerde beş yıl oturamadığını hatırlatıp, ulusun
sevgisisi kazanmış bir insan olmasına rağmen kendisini yurttaşlık haklarından
yoksun bırakmak isteyen bu kimselerin bu yetkiyi kimden aldıklarını sordu.
Önerge red edildi.
Mustafa Kemal'in kamuoyu yoklaması yapmak üzere 14 Ocak 1923'de Batı
Anadolu'da bir geziye çıkmasını fırsat bilen muhalif grup, O'nun Ankara'dan
ayrıldığının ertesi günü "Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi" başlıklı
bir broşür yayınladılar. Broşürün önceden hazırlanmış olduğu ve M. Kemal'in
Ankara'dan ayrılmasını fırsat bilerek dağıtıldığı anlaşılıyordu. Broşürün ana
fikri, islam kamuoyunun son gelişmelerden (Saltanatın Kaldırılışı) büyük ızdırap
içinde bulunduğu, Hilafet'in hükümet demek olduğu ve Hilafet'in hukuk ve
görevlerini yok etmenin hiç kimsenin, hiç bir meclisin elinde olmadığı
esaslarına dayanıyor, "Halife Meclisin, Meclis Halife'nindir." sözleriyle
bitiriyordu. Yürütme yetkisinin Halife'ye verilmesini ve Meclis'in aldığı
kararların ve kanunların Halife'yi bağlamayacağı, dolayısıyla Meclis'in
çıkardığı Saltanat ve Hilafet ile ilgili yasaların meşru olmadığı görüşü
savunuluyordu. Bu bildiri, M. Kemal'e ve O'nun gerçekleştirmek istediği devrime
bir tepki idi.
İzmit'e gelen M. Kemal, din ve hilafet konusunda yaptığı açıklamada "Türkiye
Büyük Millet Meclisi Halife'nin değildir ve olamaz, Türkiye Büyük Millet Meclisi
yalnız ve yalnız Ulusundur." dedi. T.B.M.M.nin büyük programının tam
bağımsızlık, kayıtsız şartsız ulusal egemenlik esaslarına dayandığını, teokratik
devlet biçiminin ve buna bağlı bütün toplumsal düzenin ve çıkarların
yıkılacağını belirtti. 16 Ocak'ta yaptığı toplantıda, Hilafet'in dinle ilgisi
olmadığını, siyasi bir mevki olduğunu, idare-i maslahatçılıkla devrim
yapılamayacağını belirttikten sonra "Devrimin kanunu mevcut kanunların
üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafamızdaki cereyanı boğmadıkça
başladığımız devrim ve ilerleme bir an bile durmayacaktır" diyerek gericilere
gerekli yanıtı verdi. Basınla iyi ilişki kurmak istediği için İzmit'te yaptığı
basın toplantısında, "Devrim" yapılacağını açıklarken, Meclis'te birliğin
sağlanması için "Müdafaa-ı Hukuk Gurubu"nun gerekli olduğunu bunun dışındaki
grupların yararlı olmadığını belirtti ve İttihatçılardan ülke yararı için
politikaya karışmamalarını istedi. Bu sırada Annesi Zübeyde Hanım'ın ölüm haberi
geldi. İzmir'de annesinin mezarı başında devrimci inancını "Ulusal hakimiyet
uğrunda canımı vermek benim için bir vicdan ve namus borcu olsun" sözleriyle bir
kez daha yineledi. Bu sırada Lozan'ın ilk görüşmeleri kesildiği için İsmet Paşa
ile Ankara'ya döndü. Meclis'te gizli oturumlar çok sert geçti. Trabzon mebusu
Şükrü Bey'in Topal Osman tarafından öldürülüşü, M. Kemal'e saldırılara yol açtı.
M. Kemal'i kendilerine buyük engel gören, tutucu, gerici, ittihatçılar, çıkarcı
gruplar, O'na karşı muhalefette birleşiyorlardı. Yakın arkadaşlarından Rauf Bey,
Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Paşa'lar da yavaş, yavaş yanından ayrılıp,
Hilâfetçilere kuvvet veriyorlardı. Saltanatı geri getirmek isteyen gericilerin
çalışmaları karşısında arkadaşlarının kendisini yalnız bıraktığını gören M.
Kemal, 20 Mart 1923'te Konya'da yaptığı bir konuşmada Türkiye'yi Ortaçağ
karanlığına çekmek isteyen gericilere karşı tutumunu açıkça şu sözleriyle
belirtti: "Eğer onlara karşı benim şahsımda bir şey anlamak isterseniz, derim
ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım,
yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım benim
ulusumun hayatıyla ilgili, o adım benim ulusumun hayatına karşı bir kasıt, o
adım ulusumun kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı
fikirde olan arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adımları atanları
tepelemektir... Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim. Örneğin eğer bunu
sağlıyacak kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adım
atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam; yine
tepeler ve yine öldürürüm."
Cumhuriyet'e doğru gidiş bu kararlı sözlerle açıkça görülüyordu. M. Kemal
Paşa, 8 Nisan 1923'de dokuz ilkede görüşlerini toplatarak, programını
belirlerken, siyasi biçimlenmeyi de hazırladı.
Savaş zamanının T.B.M.M.'nin görevi son bulmuştu. Bu sebeple Meclis kendini
dağıtıp, seçime gitme kararı aldı. M. Kemal, dağılmadan önce Meclisten 15
Nisan'da, Saltanatı geri getirmeye çalışanları vatan haini kabul eden bir kanun
değişikliği ile "Hıyanet-i Vataniye Kanunu"na, ileride gerekirse yine İstiklal
Mahkemeleri kurma fırsatını veren bir ek getirdi.
Yeni kurulacak Meclis'te kuvvetli bir kadro oluşturmayı ve böylece
Cumhuriyet'i ilan etmeyi düşünen M. Kemal'in bu çalışmaları yakın arkadaşlarının
kendisinden uzaklaşmasını hızlandırdı. Rauf Bey ve arkadaşları, M. Kemal'in
partiler üstü kalmasını, politikaya karışmamasını, önererek, O'nu pasif duruma
getirmek istiyorlardı. Rauf Bey'in İsmet Paşa ile aralarının açılması da bu
ayrılığın başka bir yönü idi. Lozan'dan dönen İsmet Paşa'yı karşılamak istemeyen
Rauf Bey Başbakanlık'tan bile istifa etti.
İkinci Meclis, toplandıktan sonra Lozan'ı onayladı. Artık sorun Türkiye'nin
rejiminin belirlenmesiydi. M. Kemal 22 Eylül 1923'de "Neue Treie Presse" adlı
bir Viyana gazetesi muhabiriyle yaptığı görüşmede, 23 Nisan 1920'de kurulan
sistemin Cumhuriyet olduğunu fakat adının açıklanamadığını belirtip, yapılacak
işin yalnızca isim koymak olduğunu söyledi.
Yeni devletin başkentinin neresi olacağı da bir sorundu. Ankara 1920'den beri
bu işi yapıyordu. Merkezi ve güvenli durumu ortada idi. Meclis'te uzun
tartışmalardan sonra 13 Ekim'de Ankara başkent olarak oy çokluğu ile kabul
edildi. Cumhuriyet'in ilanına bir adım daha yaklaşılmıştı.
M. Kemal'e Cumhuriyet'in ilanına fırsat veren bir hükümet buhranı oldu. Başbakan
Fethi Okyar Bey'e karşı Meclis'te muhalefet oluşması üzerine M. Kemal, "Erkan-ı
Harbiye Umumiye Riyaseti Vekili Fevzi Paşa"nın dışında kabinenin istifasına
karar verdi ve 27 Ekim'de uygulandı. Mevcut sisteme göre her bakan Meclis
tarafından tek tek seçiliyordu. İstifa eden bakanlar yeniden seçilirlerse, görev
kabul etmeyeceklerdi. Bu sırada Rauf Bey, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Refet
Paşalar İstanbul'da bulunuyorlar ve temasları, Halife'ye yakınlık gösterileri
oluyordu. Ankara'da' ise kabine kurulamıyordu. Bu gelişmeler üzerine "Cumhuriyet
İlanı" ile işi kökünden çözmeye karar veren M. Kemal 28 Ekim gecesi Çankaya'da
İsmet Paşa ve bazı kimseleri toplantıya çağırdı ve "Yarın Cumhuriyeti ilan
edeceğiz." diyerek kararını açıkladı. Misafirlerin ayrılmasından sonra İsmet
Paşa'yı alıkoydu ve birlikte, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda gerekli değişikliği
sağlayacak önergeyi hazırladılar. Ertesi gün saat 10'da Parti grubunda yapılan
toplantıda, M. Kemal Paşa Genel Başkan olarak Hükümet buhranının mevcut
sistemden kaynaklandığını, bunun çözumünün istikrarlı bir sistemde olduğunu
belirtttkten sonra değişiklik önergesini okuttu:
* Türkiye Devleti'nin Hukümet şekli Cumhuriyettir
* Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur
* Türkiye Devleti, Hükümetin inkisam ettiği idare şubelerini İcra Vekilleri
(Bakanlar Kurulu)
vasıtasıyla idare eder.
Bu önerge Parti toplantısında tartışıldı Büyük Millet Meclisi'nin aynı akşam
(29 Ekim 1923) saat 18:45'de yaptığı toplantıdan sonra 20.30'da "YAŞASIN
CUMHURİYET" sesleri arasında Cumhuriyet ilan olundu ve yeni Türk Devleti'nin adı
kondu. "TÜRKİYE CUMHURİYETİ". Hemen arkasından da Türk Ulusu'nun kurtarıcısı
Gazi M.Kemal oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçildi. Kürsüye gelen Cumhurbaşkanı
M. Kemal, kendisini Cumhurbaşkanı seçen Meclis'e teşekkür ettikten sonra "Son
yıllarda Ulusumuzun fiili olarak gösterdiği kabiliyet ve istidat, kendi hakkında
kötü düşüncede bulunanlarınn ne kadar tedkikten uzak görünüşe önem veren
insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Ulusumuz kendisinde bulunan nitelikleri
ve değeri, hükümetin yeni adıyla uygarlık dünyasına çok daha kolay
gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünyada işgal ettiği yere layık olduğunu
eserleriyle ispat edecektir... Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve muzaffer
olacaktır." sözleriyle konuşmasını tamamladı. M. Kemal Cumhurbaşkanı
seçildiğinde henüz 42 yaşındaydı. Cumhuriyetin ilk Başbakanı İsmet Paşa oldu.
19 Mayıs 1919'da Samsun'da başlayan yeni ve bağımsız, bir Türk Devleti
kurmak savaşı dış ve iç düşmanlara karşı başarıyla sonuçlanarak Türkiye
Cumhuriyeti kuruldu. Kurtuluş Savaşı'nın inanç ve başarısı nasıl Atatürk'ün
eseri idiyse, Cumhuriyet de yine O'nun eseri idi. İleriki yıllarda bunu şu
sözleriyle belirtti. "Benim en büyük eserim Türkiye Cumhuriyeti'dir."
SONUÇ
Bir zamanların muhteşem Osmanlı İmparatorluğu, gerek iç
gerekse dış etkenlerin sonucunda 18. y.y.'dan itibaren hızlı bir çökuntüye
girdi. Kapitülasyonlar sebebiyle Avrupa devletlerinin açık pazarı durumuna
geldi. Rusya ve Avusturya'nın devamlı saldırıları sonunda savaşları kaybederken,
önemli topraklarını elden çıkardı. İmparatorluğun bu çöküntüsünü gören
Padişahlar, İmparatorluğu kurtarmak için ıslahat önlemlerine başladılar. Fakat
yalnızca askeri olan bu önlemler etkili olamadı. III. Selim'in başlattığı
Nizam-ı Cedit ise 1807'de gerici bir ayaklanma ile son buldu.
19. y.y.'da çöküntü büyük hızla sürerken, Fransız Devrimi'nin ortaya koyduğu
ulusal bağımsızlık ve egemenlik akımları, Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlar'da
yaşayan Hristiyan azınlıklarını etkiledi ve bagımsızlık isteklerini kamçıladı.
Sırp, Yunan ve hatta Mısır ayaklanmaları İmparatorluğun iç bünyesini sarstı ve
bunlar giderek bağımsızlık veya özerklik kazandılar. Bu yüz yılda Rus tehlikesi
karşısında İngiltere ve Fransa Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü
koruma potikası izlediler. Kırım Savaşı'nda bu politika sonucu Rusya'ya savaş
bile açtılar. 1838 ticaret anlaşması ile imparatorluk ekonomik bakımdan batının
eline geçerken, 1854'den sonra başlayan dış borçlanma ile, 1881'de mali iflasa
ve batının mali denetimine girdi. II. Mahmut Islahatı ve Tanzimat da
İmparatorluğun kurtuluşu için çözüm olmadı. Genç Osmanlılar'ın çalışmaları
1876'da Kanun-u Esasi'nin ilanını hazırladı. Birinci Meşrutiyet yaşama fırsatı
bulamadan 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı bu dönemin sonunu hazırlarken,
Abdülhamid'in "İstibdatı" başladı. Bu tarihten sonra İngiltere de koruyucu
politikasını terk etti. Ermeni konusu da ilk kez gündeme geldi. Osmanlı
İmparatorluğu bundan sonra Almanya'ya yanaştı. Alman siyasi, askeri ilişkisi,
Alman ekonomik ihtiraslarını da getirdi. Bağdat Demiryolu projesi bunu
simgeledi.
20. y.y.'a girilirken Abdülhamid'e karşı başlayan Genç Türk hareketi
gittikçe kuvvetlendi ve 1908'de II. Meşrutiyeti getirdi. Fakat 31 Mart gerici
ayaklanması ile 1909'da iç buhran yaşandı. II. Meşrutiyet de İmparatorluğu
kurtaramadı. Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük akımlarının
çatıştığı bu dönem, içte buhranlar, anarşi yaratırken, dışta da Trablus ve
Balkan Savaşları'nda büyük yenilgi ve tüm Makedonya'nın kaybı ile sonuçlandı.
1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı'na Almanya yanında giren
İmparatorluğun kaderi de çizilmiş oldu. Bu savaştan çok ağır kayıplarla yenik
çıkan Osmanlı İmparatorluğu Mondros Ateşkesi ile kayıtsız şartsız teslim oldu.
Yüz yıldan beri süren Doğu Sorununun çözümü, Avrupa'nın Hasta Adamının
mirasının paylaşılması ile Türk Ulusu'nun dünya siyasi tarihindeki varlığı
ortadan kaldırılmak isteniyordu. Savaş içinde gizli anlaşmalarla, İngiltere,
Fransa, Rusya ve İtalya Osmanlı İmparatorluğu'nun paylaşılmasını
kararlaştırmışlardı. Fakat Rusya'da devrim çıkınca anlaşmalar önemini yitirdi.
Türk Ulusu'nun hakkında karar verecek en büyük kuvvet İngiltere idi. İngiltere
Batı Anadolu'yu Yunanistan'a veriyor, Doğuda bir Ermenistan ve Kürdistan kurmak
istiyor, Türk yurdunun geri kalan yerlerini de Fransa ve İtalya ile
paylaşıyordu. Ülkenin yağmalanmasına boyun eğen Padişah ve Hükümet, kurtuluşu
İngiliz himayesinde görüyorlardı. Halk ve aydınlar çaresizlik içinde, çoğunluk
kadere boyun eğmiş görünüyordu. Kurtuluş çareleri arayanlar Padişah - Halifesiz
bir çare düşünemiyordu. Kurtuluşu Amerikan mandasında görenler veya yörelerinin
kurtuluşunu sağlamak için çalışanlar vardı.
Birinci Dünya Savaşı'nın sonundaki perişan ve çaresiz durumda, bir tek
insan, M. Kemal topyekün kurtuluş ve tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak
düşüncesiyle Samsun'a geldi. O'nun yola çıktığı sırada ise Yunanlılar İzmir'i
işgal ediyorlardı. Padişah ve Hukümet ise İzmir'i Yunanlılara veren İngilizlerin
hala körü körüne her isteğine boyun eğiyorlardı. Düşmanla işbirliği yapan
Padişah ve İstanbul Hükümeti'nin bu tutumları karşısında M. Kemal, ulusal
bağımsızlık ve ulusal egemenlik savaşının esaslarını Amasya'da ulusu ve orduyu
Padişah - Halifeye karşı ayaklandırmak şeklinde belirledi. Erzurum ve Sivas
Kongreleri'nde de bu esaslar içinde yeni bir Türk Devleti'nin kuruluşunun ulusal
bilinçlenme, idari, siyasi örgütlenmesini de gerçekleştirdi. Misak-ı Milli ile
bu esaslar İstanbul'da bir kez daha ortaya konunca İngilizler, İstanbul'u işgal
ettiler. Bundan yılmayan M. Kemal, Ankara'da ulusun meşru iradesinin eseri olan
ulusal egemenlik prensibini B.M.M. ile ortaya koydu. Fakat bütün bunların
gerçekleşmesi çok büyük güçlükler ve olanaksızlıklar içinde yapılıyordı. Bir
yandan İtilaf Devletleri ve Yunan saldırısı ve baskıları bir yandan Padişah ve
İstanbul Hükümeti'nin M. Kemal ve B.M.M.'ni gayri meşru ilan etmesi, Türk
Ulusu'nu olumsuz yönde etkiledi. Türk Ulusu, yüzlerce yıldan beri dini ve
geleneksel iktidar kabul edilen Padişah - Halife ile bu değerleri yıkan ve
yerine ulusal, egemenlik değerleriyle ulusu bir araya toplamak isteyen M. Kemal
hareketi arasında bir süre bocaladı. Yer yer B.M.M.'nin otoritesine karşı
ayaklanmalar çıktı.
Doğu Anadolu'da Ermenilere, Güneyde Fransızlara karşı savaşıldı. Batıda
Yunan Taarruzu ve iç ayaklanmalara karşı Kuva-yı Milliye ile çözüm bulan B.M.M.
daha sonra düzenli ordu kurar. I. ve II. İnönü Savaşları ile ilk askeri
başarılarını sağladı. Diğer yandan dış ilişkilerde Sovyetler Birliği ile Moskova
Antlaşması'nı imzaladı. Sakarya Meydan Savaşı'nda Yunan Ordusu'nu yendi. Fransa
ile de anlaşan Türkiye İtilaf blokunu da parçaladı. 26 Ağustos 1922'de başlayan
ve 9 Eylül'de İzmir'de Yunan Ordusu'nun denize dökülmesi ile son bulan Büyük
Taarruz, Türkiye gerçeğini ve Türk Ulusu'nun yenilmez azmini bütün dünyaya
kanıtladı. Askeri başarısını Mudanya Ateşkesi ve Lozan Antlaşması ile de
onaylattı. Emperyalizme karşı yapılan bağımsızlık savaşını kazanan, "Türk
Mucizesi"ni yaratan Türkiye'nin bu başarısı bütün Mazlum Uluslara örnek oldu.
M. Kemal Kurtuluş Savaşı'nın bittiği yerde; Türkiye'nin çağdaşlaşma savaşını
başlattı. 1 Kasım 1922'de Saltanat'ın kaldırılışı ve 29 Ekim 1923'de
Cumhuriyet'in İlanı ile Türkiye yeni devlet sistemini Fransız Devrimi ile ortaya
konan insan haklarına dayanan "Ulusal ve Laik Devlet"i gerçekleştirmiş oldu.
Ancak, çağdaş devlet ve ülke olma mücadelesi için Türk Devrimi'nin başarılması
için Cumhuriyet döneminde Atatürk 'ün yeni mücadele vermesi gerekiyordu.
Ergün AYBARS, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege Ün. Basımevi, 1986, ss. 359-366
CUMHURİYET YÖNETİMİ
Türkiye Büyük Millet Meclisinin Saygıdeğer Üyeleri!
Büyük Millet Meclisinin hayırlı ve bereketli elinin, Türk milletinin
geleceğini yönetmeye başladığının beşinci senesini kutluyoruz. Bu vesileyle
yüksek heyetinizi saygıyla selâmlarım.
Geçen sene Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin gerçek arzularına uygun
olarak devlet şeklini Cumhuriyet olarak kararlaştırdı. Cumhuriyet yönetimi,
ülkemizin en uzak köşesine kadar büyük bir heyecanla ulaştı, kabul gördü.
Millet; cumhuriyetin,Türk vatanını asırların kötü yönetiminden kurtaracak ve
ülkeyi lâyık olduğu gelişme seviyesine ulaştıracak yegâne yönetim şekli olduğunu
anladı. Millet, cumhuriyetin şu anda ve gelecekte her türlü tehlikeden
korunmasını talep etmektedir. Milletin talebi, cumhuriyetin denenmiş, sınanmış
ve olumlu sonuçları alınmış bütün esaslara bir an evvel ve tam anlamıyla
geçilmesi şeklinde ifade edilebilir. Yüksek Meclisin büyük bir önem vererek
uğraştığı teşkilâtı esasiyede (Anayasa'da), milletin talebini karşılamak
hepimizin görevidir. Diger taraftan, hükûmetin görevi, gelişmiş ve medenî
yönetimin bütün gereklerini anlaşılır ve çok hızlı bir şekilde ülkemizin
tamamında uygulamak, aksaklıkları gidererek geliştirmektir.
Görevimizi, milletin arzularına uygun olarak yapabilmeyi bütün gönlümle
temenni ederim.
Mustafa Kemal ATATÜRK
1 Mart 1924
10. YIL NUTKU
Türk Milleti;
Kurtuluş savaşına başladığımızın onbeşinci yılındayız. Bugün, Cumhuriyetimizin
onuncu yılını doldurduğu, en büyük bayramıdır.
Kutlu olsun.
Yurtdaşlarım,
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk
kahramanlığı ve yüksek Türk Kültürü olan, Türkiye Cumhuriyetidir. Buradaki
muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak,
azimkarane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kafi göremeyiz çünkü
daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzun,
dünyanın en mamur ve medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en
geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü, muasır
medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizde zaman ölçüsü geçmiş
asırların gevşetici zihniyetine göre değil; asrımızın sürat ve hareket mefhumuna
göre düşünülmelidir. Geçen zamana nisbetle, daha çok çalışacağız. Daha az
zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem
yoktur. Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır,
Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti, milli birlik ve beraberlikle
güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin, yürümekte olduğu
terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet
ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti
olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sa’natları sevmek ve onda
yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz
çalışkanlığını, fıtri zekasını, ilme bağlılığını güzel san’atlara sevgisini,
milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besliyerek
inkişaf ettirmek, milli ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu,
bütün beşeriyette hakiki huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi
yapmakta, muvaffak olacaktır. Bugün, aynı inan ve kat’iyetle söylüyorum ki,
milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin, büyük
milletinin, büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha
tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ile,
atinin yüksek medeniyet ufkunda, yeni bir güneş gibi doğacaktır.
Türk Milleti;
Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük bayramını, daha büyük şereflerle
saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı, gönülden dilerim.
Ne mutlu Türküm diyene.!
Mustafa Kemal ATATÜRK
29 Ekim 1933
ATATÜRK'ÜN 24 NİSAN 1920 TARİHLİ MECLİS KONUŞMASI
(TBMM Kültür Sanat Yayın Kurulu tarafından yayınlanmış olan; Atatürk'ün Türkiye
Büyük Millet Meclisini Açış Konuşmaları, adlı yayın esas alınarak, TBMM
Kütüphane Dokümantasyon ve Tercüme Müdürlüğü'nce hazırlanmıştır.)
ANKARA
MİLLETVEKİLİ MUSTAFA KEMAL PAŞA'NIN ATEŞKESTEN MECLİSİN AÇILMASINA KADAR GEÇEN
SÜRE İÇİNDEKİ SİYASİ DURUM HAKKINDAKİ MECLİS KONUŞMALARI
24 Nisan 1920
MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara)
Sayın milletvekilleri!
Bu gün içinde bulunduğumuz durumu büyük Meclisinizin huzurunda tam olarak ortaya
koyabilmek için bazı açıklamalarda bulunmak istiyorum. Arzedeceğim konular
birkaç bölüme ayrılabilir:
Birinci bölüm, Ateşkesten Erzurum Kongresine kadar geçen süre içindeki
durumla ilgilidir.
İkinci bölüm, Erzurum Kongresinden 16 Mart tarihinde İstanbul'un düşmanlar
tarafından işgal edildiği güne kadar olan süreyi içine almaktadır.
Üçüncü bölüm, ise 16 Mart'tan şu dakikaya kadar olan durumla ilgili
olacaktır.
Açıklamalarım birtakım belgelere dayanacaktır. İzninizle o belgeleri
gerektikçe burada okuyacağım. Yalnız birinci dönem ile ilgili açıklamalarım
belki biraz şahsi olacaktır. İçinde bulunduğumuz durumu bütünüyle
aydınlatabilmek için o dönemden söz etmeyi gerekli buluyorum.
Yüce makamlarınızca da bilindiği gibi, Ahmet İzzet Paşa Hükümeti, milli temele
dayanan âdil bir barışı sağlayabilmek umudu ile ateşkes istedi. Bağımsızlığı
uğrunda dürüst ve cesur bir biçimde savaşan ulusumuz, 30 Ekim 1918 tarihinde
imza edilen ateşkes antlaşması ile silahını elinden bıraktı. İtilâf donanmaları
İstanbul'a girdikten sonra ateşkes antlaşmasının hükümleri bir tarafa bırakıldı;
gün geçtikçe artan bir şiddetle, saltanat hakları, hükümetin gururu, milli
onurumuz hiçe sayıldı. İttilâf heyetinden gördükleri özendirme ve koruma
sayesinde Osmanlı uyruğundaki müslüman olmayan unsurlar her yerde küstahça
saldırılara başladılar.
Meclis-i Mebusan'ın feshi, kuvvetini milletten almayan hükümetlerin sık sık
değişmesi ve halkın vicdanından doğan milli birlik uğrundaki çalışmaların üzücü
bir şekilde siyasi ihtiraslara kurban edilmesi yüzünden dünyaya karşı milli
varlığımız duyurulamadı. Yabancı kuvvetlerin işgali altında inleyen
başkentimizde kan ağlayan bütün onurlu kişiler, millet aydınları, din ve devlet
hizmetlerinin önde gelen kişileri, büyük hilâfet ve saltanat makamı milli
bağımsızlığımızın bu tehlikeli durumdan kurtarılmasının ancak milli vicdandan
doğan birliğin azim ve iradesine bağlı bulunduğuna iman getirdiler. Fakat
İstanbul'un baskı ve işgal altında bulunması sebebiyle milli onuru korumaya
maddeten olanak kalmamıştır.
İşte bu sırada, Anadolu'ya mülki ve askeri işlerle görevli olarak ordu
müfettişliğine atandım. 16 Mayıs 1919 günü İstanbul'u terk ettim, Samsun'da bu
iş için görevlendirilmemi, din ve millete hizmet etmek için en büyük ve kutsal
bir şeref olarak kabul ettim.
Milli vicdanın büyük iradesine bağlı olarak, milleti bağımsız ve vatanımızı
düşmanlardan arınmış görünceye kadar çalışmak andıyla 16 Mayıs 1919 günü
İstanbul'dan ayrıldım. Samsun'da işe başladım. İlk düşüncem, ülkemizde güvenliği
kendi olanaklarımızla gerçekleştirebileceğimiz inancı oldu. Aslında Canik
Livası'nın (Merkezi Samsun'da olan o zamanki sancağın adı) özel durumu da bu
konuda en hızlı biçimde davranılmasını gerekli kılmakta idi. Gerçekten Rumların
egemenliğini ve islâm halkının tutsaklığını amaçlayan, Atina ve İstanbul
komitaları tarafından yönetilen Pontus Hükümeti, Karadeniz sahili ile kısmen
Amasya ve Tokat'ın kuzey ilçelerinde oturan Osmanlı Rumlarının hayallerini
körüklüyordu. Alınan önlemler sayesinde başarılı sonuç elde edildi. Fakat bu
önlemler ve başarı yalnız Pontus dolayları ile sınırlı idi. Halbuki her gün
haksızlıklarını artıran İtilâf Devletlerine milli varlığımızı siyasi olarak
kanıtlamak ve fiili saldırılar karşısında ulusun namus ve bağımsızlığını bilfiil
korumak çok önemli idi. Aslında doğuda ve batıda, hemen ülkemizin her yanında
millet ve vatan haklarını korumak ve kollamak için dernekler kurulmuştu. Bu
dernekler, düşmanlarının esaret boyunduruğuna girmemek amacı ile milli vicdanın
azim ve iradesinden doğmuş kuruluşlardı.
Bu sıralarda, bütün belediye başkanlarımıza İstanbul'da İngiliz Muhipleri
Cemiyeti (İngiliz Dostları Derneği.) kurulduğu ve her yerde derneğe katılarak
İngilizlere yardım edilmesinin gereği konusunda Said Molla imzası ile bir
telgraf geldi. Bu olayda Hükümetin ilgi derecesini ölçmek için Sadrazam
(Başbakan) olan Ferit Paşa'dan bilgi istedim. Hiçbir cevap alamadım. Bilinmeyen
kişiler tarafından başlatılan böyle düzensiz ve çeşitli siyasi maceralara
yönelik girişimlerin, büyük felâketlere sebep olacağını anlayan ulus, Said
Molla'nın çağrısını önemsemedi.
Binlerce saldırı ve haksızlıklar altında inleyen ve İzmir faciası olayı
karşısında kan ağlayan millet, hükümetten ve itilâf devletleri temsilcilerinden
ağlayarak yardım ve hak isterken, pek çok belediye başkanı ve birçok milli
hakları koruma dernekleri gönderdikleri telgraflarda hakkımda güvenlerini
bildirerek benden bu konuda çalışma ve özveri istiyorlardı.
Yaşamımı ve kişiliğimi adadığım soylu ve ezilmiş ulusumun bu haklı isteği
üzerine artık benim için kutsal görev, milli iradeye uymayı her şeyin üzerinde
görmekti. (Sürekli alkışlar)
Bunun üzerine yayınladığım bir genelge ile millete kesin sözümü verdim. işbu
genelgenin son cümlesi şöyle idi:"Geçirdiğimiz şu ölüm ve kalım günlerinde,
bütün milletçe her tarafta arzu ve coşku ile elde edilmeye azmedilen milli
bağımsızlığımız uğrunda tüm varlığımla çalışacağıma güvenmenizi isterim. Bu
kutsal amaç uğrunda ulusumla birlikte sonuna kadar çalışacağıma da mukaddesatım
adına söz veririm"
27 Mayıs 1919 günü "Türkiye - Havas Reuter" adında itilâf devletlerinin
kurduğu ajans, bildiğiniz gibi toplanan Saltanat Şürası (Padişahlık Danışma
Kurulu) hakkındaki açıklamalarında "Genel kurulun düşüncesinin, Türkiye için
büyük devletlerden birinin koruyuculuğunu sağlamak olduğu" kaydı ile yayın ve
bildiride bulundu. Bu yayının doğruluk derecesi hakkında bütün ulusta büyük bir
şüphe ve tereddüt uyandı. Ajans haberinin tamamen bir uydurmaya dayandığı ve
Saltanat Şürasının hiçbir şeye karar veremediği, çoğunluğun hükümete güven
duymadıkları ve geleceğimizle ilgili olayın bir milli şüraya sunulmasının
gerektiği konusunda konuşmalar yapıldığı, bundan dolayı herkesin milli
bağımsızlık taraftarı olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine Sadaret Makamı'na aşağıda
açıklayacağım bilgileri sundum ve durumdan halkı haberdar ettim.
Yüce Sadrazamlık Makamına
27 Mayıs 1919 tarihli Türkiye - Havas Reuter ajansı, Saltanat Şürasında
çoğunluğun düşüncesinin, Türkiye'nin bütünlüğünü koruma şartıyla büyük
devletlerden birinin koruyuculuğunun sağlanması olduğunu yazıyor ve açıklıyordu.
Saltanat Şürası konuşmalarını aynen yayımlayan 27 Mayıs 1919 tarihli İstanbul
gazetelerinin yazdıklarına göre yalnız Sadık Beyin yazılı önergesinde İngiltere
korumasının önerildiği ve bunun da genel kurulun fikri olmadığı anlaşılıyor.
Ajans ile gazetelerin yayını arasındaki çelişki, bazı taraflarca üzerinde
durulmaya ve ajansın gerçeği saptırmak konusunda kendini yetkili görme cüreti
ise soruşturulmaya değer görülmüştür. içinde bulunduğumuz bu hassas devrede
artık her gerçeği tam anlamı ile kavrayan ve bütün kötü sonuçlara karşı en son
özveriyi göze alarak milli bağımsızlığımızın korunması konusunda kesin kararlı
olan milletin, huzura kavuşması ve avunmasının Hilâfet ve Saltanat makamından
gelecek doğru ve samimi bir işarete bağlı olduğu kanısındayım. Milli vicdanı
temsil etmeyen haberler, endişelendirici tepkiler yapabileceğinden bu konuda
açıklayıcı ve uyarıcı olmanızı özellikle rica ederim.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri
MUSTAFA KEMAL
Bu sıralarda, İzmir ve Aydın'daki iz bırakan faciaların etkisi ile de millet
uyanmış ve heyecanı dikkati çekecek bir düzeye varmıştı. Ulusun düşüncelerini
geçici olarak yatıştırmak arzusu ile olacak, Sadrazam Paşa Paris'e davet olundu.
Ferit Paşanın başkanlığı altında giden heyete milletin güveni olmadı, ben de
şahsen milletin bu haklı şüphesine katıldım. Millet, giden heyetin programının
açıklanmasını istedi. Bu pek karışık zamanda Harbiye Nazırından (Milli Savunma
Bakanı) aşağıdaki telgrafı aldım:
"Yüksek emirleriniz altındaki gemilerden biri ile hemen buraya gelmeniz rica
olunur."
8 Haziran 1919
Harbiye Nazırı Şevket Turgut
Bu davetin amacını ve içyüzünü anlayamadım, açıklayıcı bilgi istedim. Ayrıca,
konuyu Genelkurmay Başkanı olan Cevat Paşa'dan da sordum. Adı geçen kişiden 11
Haziran 1919'da aldığım cevapta "Kıymetli bir generalin Anadolu'daki gezisinin
kamuoyunda iyi. bir etki yapmayacağı düşünülerek İngilizlerin beni istediği
bildiriliyordu. Bu gerçeği öğrenince doğrudan doğruya saygıdeğer Padişah
hazretlerine şu fikirlerimi arz ettim.
Padişah Hazretlerinin devletli mabeyni (Sarayda ,Padişahın yazı ve görüşme
işlerine bakan daire, özel kalem kalem.) yüce başkâtibi vasıtasıyla Padişah
Hazretlerinin devletli katına:
Büyük ulusun ve kutsal hilâfetin biricik ve gerçek dayanağı bulunan yüce
saltanatınızı Tanrı kötülüklerden korusun? Yüce Padişahım, ülkemizin bu gün
uğradığı büyük baskı ve bölünme tahlikesi karşısında ancak yüce varlığınız başta
olmak üzere, milli ve kutsal bir kudretin çabası; vatanı, devlet ve milletin
bağımsızlığrını şan ve şerefi büyük hanedanının altı buçuk asırlık yüce tarihini
kurtarabilir. Çevremizdeki kişiler bu genel kanıda birleşmiştir. Son olarak
huzurlarınıza kabul edilmek onurunu kazandığımda, üzücü izmir olayı dolayısıyla
hüzün dolu olan kutsal kalbinizden doğan kurtuluşla ilgili görüşleriniz bu gün
bile belleğimdeki yerini korumaktadır.
Bu duygumu açıklamak isterim. İstanbul'dan son olarak ayrılacağım gün bu
şerefe kavuşmuştum. Bu sırada Yüce Şahsınız Boğaziçinde bulunan İngiliz
donanmasının saraya yönelik toplarını göstererek, "görüyorsun" dediniz. "Ben
artık memleket ve milletin , nasıl kurtarılması gerekeceği hususunda
kararsızlığa düşüyorum" ve ellerinizi kaldırarak, "inşallah millet akıllanır ve
uyanır, bu üzücü durumdan gerek beni ve gerekse kendisini kurtarır" buyurdunuz.
Yazımda arz etmek istediğim bu kutsal sözlerdir.
Hükümdarımızın bu gönül dileğinden esinlenerek kesin kararlı ve inançlı olarak
görevime devam ediyorum. Hükümdarımızın emirleri gereği Sadrazam Paşa kulunuzu
daima önemli konularda aydınlatmakta ve gereğini arz etmekte ve uygulamaktayım.
Şu bir ay içinde Zat-ı Şahanelerinin Anadolu'sundaki hemen bütün il, liva, ilçe
ve hudut boylarına kadar olan yerlerdeki milletin durumunu ve tüm kumandan ve
memurların düşünce ve çalışmalarını öğrendim ve bilgi edindim. Sonuç olarak açık
bir şekilde görülüyor ki, millet baştan aşağı uyanık olup devlet ve milletin
bağımsızlığı ve yüce saltanat ve hilâfet hakkının korunması için kesin kararlı
ve inançla dolu bulunuyor. İstanbul'da iken milletin bu kadar kuvvetle ve az
sürede felâketlerden bu derece etkilenebileceğini düşünemedim.
Yüce Padişahım! Bu nitelik ve durumda bulunan ve kutsal şahsınıza bağlılık
içinde olan temiz milletinize tam anlamı ile güvenilmesi ve bunun karşılığı
olarak da gerçekten bu milli ve vicdani kuvvete yardımcı olunması gerekir. Son
kutsal buyruklarınız bütün milletin azim ve yiğitliğini artırmıştır.
Yalnız, üzülerek bildirmek isterim ki, temiz Anadolu halkı, bugünkü zor dönemde
bile İstanbul'daki uygunsuz ve nefret uyandıran konulardan ve kışkırtıcı
söylentilerden rahatsız durumdadır. Gerçekten İstanbul yöresinin bozulmaya
yatkın ahlâkı ve bundan yararlanmayı bilen yabancılar, devlet ve milletin yok
olması ve devlet, millet ve padişahına bağlı, özverili hizmet yeteneği bulunan
kişilerin ortadan kaldırılması konusunda aşırı bir cesaret gösteriyorlar.
Yüce Padişahım! Hükümdarları hatırlayacaklardır ki, verilen görevin yerine
getirilmesi sırasında, yabancıların ve bazı bozguncuların mutlaka yalanlama ve
önleme ihtimallerini daha İstanbul'da sunduğum açıklamalar içinde üstü kapalı
şekilde anlatabilmeye çalışmış ve özellikle Sadrazam Paşa ile Devletin bazı
önemli kişilerine pek açık olarak anlatmış ve böyle durumlar karşısında Ali
İhsan ve Yakup Şevki paşaların düştüğü kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim.
İşte milli vicdanın ciddi izlenimlerini ve meydana. gelen yeni durumları,
istilâcı çıkarlarına, zıt gören İngilizler ve vatanın zararına da olsa, İngiliz
taraftarlığını meslek edinen zayıf karakterliler, bu kere güçsüzlüklerini ortaya
koyarak beni İstanbul'a çağırmak girişiminde bulunuyorlar. Pek şerefli
hakanımızdan, milletine, vatanına bağlı ve bu uğurda ölümü hoşgörü ile
karşılayan benim gibi bir kumandanın, yüce saltanat haklarına ve milletin
ölmezliği ve var oluşuna düşman olanlarla işbirliği yapacağını ummaları
kesinlikle beklenemezdi. Bundan dolayı bendeniz Malta'ya gitmek veya en azından
iş görmez duruma getirilmek gibi ihtimaller karşısında bırakıldım ve doğal
olarak da bunu kabul etmeyeceğim, eğer zorunlu kılınırsam gönül rahatlığı ile
memuriyetimden istifa ederek eskiden olduğu gibi Anadolu'da ve millet sinesinde
kalacağım; vatan görevimi bu kez daha açık adımlarla sürdüreceğim. Millet
bağımsızlığına kavuşsun, saltanat makamı ile yüce ve büyük hilâfet yok olmaktan
kurtulsun. Sonsuz bağlılığımın daima artmakta olduğunu bildirerek buna inanmanzı
rica ederim.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri
M. KEMAL
Bütün milletin, durumunu anlayarak geleceğine kendi başına hükmetmeye kararlı
olduğunu anlamıştım. Milletin ve ülkenin şimdiki durumu göz önünde tutularak,
haklarını korumak ve kollamak üzere her türlü etki ve denetimden arındırılmış
milli bir kurulun oluşturulmasını gerekli gördüm. Bunun için ilgili kişilerle
görüşerek ve konuşarak Sivas'ta genel bir milli kongrenin toplanmasını
kararlaştırdık. Büyük ve kanlı tehlikeli olaylarla daha çok karşı karşıya
bulunan doğu illerimiz, Erzurum'da adı geçen il adına aynı amaçla bir kongre
toplanması girişiminde bulunmuştu. Sivas Kongresi için gizli bir bildiri ve
mektup yayımladım.
Bu mektup ve bildiri yüce malümlarınızdır. Bu sırada Müdafaa-i Hukuku Milliye
(Milli hakları koruma) derneklerine ait telgrafların çekilmemesi konusunda Posta
ve Telgraf Genel Müdürlüğü tarafından posta ve telgraf müdürlerine bir emir
verildiği haber alındı. Vatanın tutsak bulunduğu bu tarihi dönemde, milli
sesimizi duyurmada yararlı olan araçtan, milli kuruluşumuzun faydalanmasını
engelleme cesaretinin millete karşı büyük ve haince bir cinayet ve islâmiyete
karşı büyük bir günah olduğu açıktı. Bu acımasızca girişimin derhal önüne
geçmeyi vicdani bir görev saydım ve genelge ile her tarafa gereken emirleri
verdim. Durumu padişah hazretlerine arz ettim ve Sadaret makamına (Başbakanlık)
ve Harbiye Nezaretine (Milli Savunma Bakanlığı) ve Posta Telgraf Genel
Müdürlüğüne de yazdım.
24 Haziran 1919 tarihinde İçişleri Bakanı Ali Kemal Beyin de bir
genelgesinden haberdar edildim, bu genelgede; Haksız olarak yapılan elkoyma ve
acımasızca yapılan işgallerden ne derece üzüntü duyulursa duyulsun; Hükümet, ne
Yunanistan'la ne de başkası ile şu sıralarda savaş veya çatışmaya giremez.
Paris'teki konferansa giden delegelerimizin anavatanı kurtaracaklarına olan
ümidimiz günden güne artmaktadır. Savunma gerekçesi hazırlayanlara engel olunuz.
Haklarında acımasızca davranınız! Bunlar eski düşmanlarımızdır. İşleri bozulmak
üzere iken yeniden düzelmesine izin vermeyin! (Protestolar ve alçak sesleri)
denilmekte idi.
Ali Kemal Beyin bu çabasını engelledim ve bununla ilgili olarak yüce Padişahlık
makamına şu yazıyı sundum;
İçişleri bakanı beyin 18 Haziran 1919 tarihli illere yayımladığı şifreli bir
genelge, milli hakların korunması ile ilgili çalışmaları şiddetle yasaklıyor.
Pek acıklı ve üzücüdür ki aynı tarihte Posta Telgraf Genel Müdürü de milletin
sesini kısmaya yönelik bilgisizce hazırlanmış, başarısızlığa ve pişmanlığa
mahküm bir telgraf yayınlamıştır.
Yüce Padişahım! Devam eden bu günkü parçalanma tehlikesi karşısında başta
yüce saltanat makamınız olmak üzere kutsal durumunuzu kurtarma ve korumaya
azmetmiş olan yüce milletimizin de böyle küçültücü ve gönül kırıcı bir düşünce
ile yok sayılması tarihin ve milli vicdanın hiçbir zaman affedemeyeceği
olaylardır.
Gerçi böyle bir düşüncenin hiçbir yerde kabul edilmediğini ve uygulanmadığını
teşekkürlerimle arz ederim. Yine de yüce milletimize vatan ve devlet tarihine
karşı uygun görülen bu uygulamalar, gelecek ile pek acımasızca alay etmek
oluyor. Bu olay coşkulu bakışlara ve millet düşüncesine yansıdıkça, Hükümete
güvensizlik duymak gibi pek kötü sonuçlar doğurabileceği şüphesizdir. Size
durumu bu şekilde sunma cesaretini gösterirken, bağlılığımı saygı ile tekrar
ettiğimi yüce şahsının bilgilerine sunarım.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri
M. KEMAL
27 Haziran 1919'da Sivas'a geldim. Görevden alındığım konusunda Ali Kemal
Beyin bir genelgesinin daha geldiğini öğrendim. 23 Haziran 1919 tarihli bu
şifreli genelgede:
"İngiliz özel temsilcisinin arzu ve direnmesiyle görevden alındı. Adı anılanın
İstanbul'a çağrılması Harbiye Nezaretine ait bir görevdir. Fakat İçişleri
Bakanlığının kesin emri; Artık o kişinin görevli olmadığını bilmek ve kendisi
ile hiçbir resmi işleme girişmemek ve hükümet işleri ile ilgili hiçbir isteğini
yerine getirmemektir" deniliyordu.
Bu işlemle ilgili olarak Sadarete ve Harbiye Nezaretine 28 Haziran 1919'da
şu telgrafı çektim:
"Müdafaa-i Hukuku Milliye (Milli hakları koruma) ve Reddi ilhak (,ilhakı red
Yunan hakimiyetini red) derneklerine yardım ettiğim ve İngilizler tarafından
ayrılmam istendiği için görevden alındığımı ve buna diğer bazı yersiz sözler de
eklenerek lçişleri Bakanı Ali Kemal Bey'in konuyu mülki makamlara bir genelge
ile duyurduğunu öğrendim. Bendenizi bu göreve seçerek atanmamı buyuran Padişah
hazretlerinin bu konudaki fikirlerini almak onuruna erişemediğim gibi, ne yüce
sadaret makamından ve ne de Harbiye Nezareti yüce katından görevden alındığım
konusunda hiçbir emir de almadım. Böylece Ali Kemal Bey'in bu gizli yazı ve
genelgesinin ne gibi yanlış düşünceler altında oluştuğunu, devlet büyükleri
arasında ayrıcalık ve ülkede kanunsuzluk, asayişsizlik ve sonuç olarak da millet
içerisinde anarşi yaratabilecek olan düşünce biçiminin ne kadar gereksiz
olduğunu açıklamayı gerekli görmüyorum. Ali Kemal Beyin görevden ayrılması ile
ilgili telgraf haberleri, belirtilen olayın yüce Hükümetçe onaylanmadığını
tümüyle göstermiş ve ülkede sebep olduğu kötü etkiler ve yanlış anlama her ne
kadar kısmen ortadan kaldırılmış ise de, bu işlemlerin bakanlar kurulunun istek
ve kararları dışında yapıldığına kesin olarak inanmış bulunmaktayım. Bu
tehlikeli ve sorumluluğu ciddi ağırlık taşıyan düşüncelerin ülkenin ve milletin
gelecekteki kurtuluşunu engelleyici büyük ısrarlar getirebileceğini tekrarlamak
zorundayım. Adı geçen kişi ile ilgili işlem konusundaki kararı yüce
makamlarınızdan arz ederim.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri
Tuğgeneral M. KEMAL
Bütün illere, bağımsız ve bağlı mutasarrıflara (Sancağın en büyük mülki
âmiri, vali ile kaymakam arasında yönetici), kolordulara ve ikinci ordu
müfettişliğine de şu telgrafı yazdım:
27 Haziran 1919
Müdafaa-i Hukuku Milliye ve Redd-i İlhak gibi sadece vatanı ve milli
bağımsızlığı korumaya yönelik kutsal bir amacı desteklediğim için ve İngilizler
tarafından böyle arzu edildiğinden bahsedilerek görevimden alındığımı, İçişleri
Bakanı Ali Kemal Bey'in mülki makamlara gizli bir genelge ile bildirdiğini
öğrendim.
1. Bendenizi bu memuriyete seçip, atanmamı buyuran Padişah hazretlerinin bu
husustaki buyruklarını almak onuruna ulaşamadığım gibi, bu ana kadar ne yüce
Sadaret makamından ve ne de Harbiye Nezareti yüce katından görevden alındığıma
ilişkin hiçbir emir almadım. Bundan dolayı, Ali Kemal Beyin bu gizli yazı ve
genelgesinin ne gibi yanlış düşünceler altında oluştuğunu zaman ve olaylar çok
geçmeden halkın önünde aydınlatacaktır. Devlet büyükleri arasındaki ayrıcalık ve
ülkede kanunsuzluk, asayişsizlik ve sonuç olarak anarşi yaratabilecek olan bu
gereksiz düşüncenin, tarih ve millet önündeki tehlike ve sorumluluğuna dikkatini
çekmeyi gerekli buluyorum. Ali Kemal Bey'in yetkisinin üzerinde ve milletimizin
varlığına karşı olan bu gizli ve kanunsuz davranıştan geri dönüleceği tabiidir.
1. Memuriyetimin sona ermesi konusunda padişah hazretlerinin buyruğunu
alırsam, doğal olarak resmi görevimden ayrılarak bunu başkalarından önce
özellikle benim duyuracağım bilinmelidir. Böyle bir durumda, vatanın
kurtarılmasını amaçlayan dini ve milli birliği korumak, bu milletin sinesinden
çıkan milliyetçi bir kişi olan benim için en yüce bir görev ve kesin bir amaç
olacaktır. Bundan dolayı, devlet tarafından ve padişah buyruklarına bağlı olarak
üçüncü ordu müfettişliği ve bunun devlet ve millete karşı olan sorumluluğu
üzerimde bulundukça, Babıâli'nin emirlerinde yer alan resmi görevlerimizden
dolayı bütün onurlu valiler ile bağımsız sancakların (İl ve ilçe arasındaki
büyüklükte bir yönetim birimi.) emirlerimi yerine getirmek zorunda ve bu günkü
gerçeği anladıktan sonra her zaman ve tarih karşısında da sorumlu bulunduklarını
ivedilikle bildiririm. Bundan sonra ordu müfettişliği devletin bir resmi makamı
olup hiçbir zaman kişi ile ilgili bulunmadığından makamın kendine özgü yazışma
ve düzenini iyi bir şekilde korumak ve devam ettirmenin kanuni bir zorunluluk
olduğunu ve bu bildirimin Ali Kemal Beyin yazısının gönderildiği makamlara da
ulaştırılması gereğini ek olarak arz ederim.
2. İşbu telgrafın gelişinin bildirilmesini rica ederim.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri
M. KEMAL
İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey'le Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa'nın
bakanlar kurulundan istifa ettikleri ajanslardan öğrenildi. On saat kadar sonra
28 Haziran 1919 tarihli ve Şevket Turgut imzası ile aldığım şifrede: "Dikkat
geciktirilmesinin sorumluluğu vardır."
Birçok dilek ve yakınmalar ile tizden bir heyetin Paris'e gitmesine dörtler
meclisi izin verdi. Ne olacağımızı şimdi değil biz, hatta halen geleceğimiz ile
oynayanlar bile bilmemektedir. Yalnız bir avunma noktası düşmanlarımızın
hakkımızdaki düşüncelerinin az çok lehimize dönmüş gibi görünmesidir. Örneğin,
geçmiş aylarda barbar ve yönetimsiz olarak nitelendirilirken şimdi de uysal
fakat yardıma muhtaç bir millet olarak nitelendirilmekteyiz. Görenlerden sürekli
haber alacak olan düşmanlarımızın sizi pek kolaylıkla elde edecekleri kesin
görülmekle birlikte, zaten güçlükle hayat sürdürerek yaşayan bizleri de ortadan
kaldırmaya yöneleceklerdir. Şu yardımcı açıklamalarımla size karşı dostluk
görevlerimi ve vatan görevimi yerine getirmiş olduğum inancı ile, olay
çıkarmadan hemen İstanbul'a gelmenizi rica ederim. deniliyordu. Buna cevap
vermeyi bile gerekli görmedim.
Sivas'ta milli kuruluşun hazırlanması ve tamamlanması, Erzurum'dan sonra
Sivas'ta Osmanlı ülkesi adına genel bir kongrenin toplanması ve delegelerin
çağrılması için gereken bazı önlemler alınıp düzenlemeler yapıldıktan sonra
Erzurum'a gitmek üzere yıla çıktım.
2 Temmuz 1919 günü Erzincan'da Saray Başkâtipliği'nden aldığım telgrafın
başlıca noktaları şunlar idi:
"Daha önce ve son olarak dikkatlerine sunulmak üzere göndermiş bulunduğunuz
telgraflarınız için Padişah efendimiz hazretleri, sizlere karşı yakınlık ve
iyilikseverliğinizden dolayı duyduğu hayranlığa dayanarak ve özel olarak,
aşağıda yazılı olan öğütlerin bildirilmesi konusunda beni görevlendirmişlerdir.
Yüksek makamca bilinen vatansever duygularım nedeniyle o yörede acele olarak
bazı düzenleme ve girişimlerde bulunmanız, İngilizlerin dikkatlerini çekmiş ve
hükümeti baskı altına almışlardır.
Devletimizin. şimdiki durumu, Anadolu'da sanıldığı ve tahmin edildiği derecede
kaygı ve telâş verici değildir. Ulu Tanrı'nın yardımı ile devletin varlığı ve
egemenliği elde edilebilirse, saltanat merkezince taşranın kurtarılması
kolaylaşır. Şu sırada yüce zatınızın bundan yararlanarak İstanbul'a dönmeleri
belki yabancıların hükümete baskılarını azaltacaktır. Bu konu hakkınızda gurur
kırıcı bir işlemin uygulanması düşüncesiyle önerilmemekte olup, harbiye
dairesince görevden alınmanız da yüksek makamca düşünülmediğinden Harbiye
Nezareti'nden iki ay süreli hava değişimi istenilerek durum açıklığa kavuşuncaya
ve barış gerçekleşinceye kadar arzu edilen bir şehir veya kasabada dinlenmenizin
en uygun çözüm olduğunu hatırlamanız buyurulmuştur."
2/3 Temmuz 1919'da Mamahatun (Tercan Kazası) da.Harbiye Nezareti'nden gelen
Ferit Paşa'nın 30 Haziran 1919 tarihli şu şifresini aldım:
"Vatan sevgisinin çekici gücü beni yine Harbiye Nezareti'ne getirdi. Hükümeti
oldukça güç bir durumda buldum. Dış ilişkilerin korkunç durumda olması yanı sıra
bir de bunu büsbütün körükleyecek bir iç bunalımın karşısında kalınca elimde
olmayarak irkildim. Yüce zatınız gibi, ben de inandığım değer verme gücüme
dayanarak iddia edebilirim ki, sizi benim kadar ruhunuzun en derin köşelerine
kadar anlayabilmiş bir kişi yoktur. şimdiki durumda nasıl bir sebep, hükümet ile
yüce şahsınız arasında bir anlaşmazlık yaratmıştır, bilemiyorum. şüphesiz ki bu
durum, kötü niyetler etkisinde gerçekleri görememe durumunda olanların
uydurmalarından kaynaklanmaktadır. İngilizler tarafından bazı komutanlarımıza
uygulanan benzeri olmayan işlemlerin yüksek şahsınıza da uygulanması hiç de
beklenilen bir durum olmamakla birlikte, her ihtimali göz önüne alarak bu işin
iyi bir biçimde çözümlenmesi konusunu düşündüm. Haksızlıkları inkâr olunamayacak
olan düşmanlarımızın, yüce kudretiniz ve vatanseverliğinizden duydukları korku,
yüce şahsınızın böyle önemli bir askeri memuriyette bulunmalarından
kaynaklanmaktadır ve bu sebeple sizi bu görevden ayırmak girişiminde
bulunmuşlardır. Yenilgi devasız bir illettir. Birtakım uydurma sözlerle vatan
menfaatlerinin yok olmasına sebep olacakları korkusuyla bunların arzularını
önemsememek, üzülerek söylüyorum, hükümetin bir süre seçkin hizmet sunamamasına
yol açacaktır. Sizlere karşı pek çok yakınlık duyan Padişah hazretleri bendenizi
özel olarak kabul ederek bu işin iyi bir biçimde çözümlenmesi hususunda görüşme
nezaketini gösterdiler.
Sağlığınızdan bahsederek, gerek İstanbul'da ve gerekse arzu ettiğiniz
herhangi bir yerde hava değişimi istediğiniz takdirde gereğinin yapılacağı,
millet önünde ve hükümette, sahip . olduğumuz yeri korumuş ve düşmanlarımızın
arzularına da bu şekilde son verilmiş olacağı düşüncesi yüce padişahça uygun
görülmüş ve hatta kendileri bu durumun şerefli saraylarından da ayrıca sizlere
yazılmasını emretmiş ve ferman buyurmuşlardır.
Yüksek şahsınızın da kabul edeceği gibi, her arzunuzu elimden geldiği kadar
yerine getirmeye çalışacak olan bendeniz işbu dileğimi hem resmi hem de özel
olarak yapıyorum. Bu özel durumumdan dolayı şunu da söylemek istiyorum ki, acele
olarak vereceğiniz olumlu cevap, yalnız hakkımdaki güven ve samimiyetinize delil
değil, aynı zamanda bakanlık makamında ümit ettiğim başarıya da bir başlangıç
olacaktır. Ellerinizden öperim.
Padişah hazretlerine, hareket şeklim hakkında Harbiye Nezareti'ne yazdığımı
arzettim. Ferit Paşa'ya da durumun gelişimi ile ilgili açıklamalarda bulunduktan
sonra hava değişimi amacı ile Anadolu'da kalmakta bir engel görmediğimi yazdım.
Harbiye Nazırı Ferit Paşa'nın Erzurum'da aldığım bir telgrafında:
"İstanbul'a hareketlerinin çabuklaştırılmasını rica ederim" denilmekte idi.
Telgraf başında da Ferit Paşa şunları söyledi:
"Paşam! itilâf temsilcilerinin pek katı başvuruları beni bu günkü telgrafımı
yazmağa zorladı. Yüksek şahsınızı benim kadar kimse tanıyamaz. Vatanımızın onuru
ile ilgili yüksek amaçlarınızı bilmekteyim.
Bendeniz İstanbul'a onur vereceğiniz konusunda hem padişah efendimize hem de
temsilcilere söz verdim. Mahçup olmayacağıma eminim.
İtilâf temsilcilerinin de burayı onurlandırdığınızda size karşı saygı
göstereceklerini bildirmek isterim. Bu konuda kesinlik sağlanmıştır. (Gülmeler)
Ancak ve ancak yüksek şahsınızın hemen oradan ayrılarak buraya gelmeniz
gereklidir. (Beklesinler, sesleri ve gülmeler)
Ferit Paşaya verdiğim cevapta şunları söyledim:
1. Bendenizin vatan ve milletin kurtuluşuna hizmet etmekten başka bir amaç
taşımadığımı ve şimdi bile devletin sınırları içindeki çalışma ve hareketimin bu
konuya yönelmiş olduğunu, itilâf devletleri temsilcilerinin şahsımdan bu derece
kuruntulu bulunmalarının birtakım dedikodulardan kaynaklandığını ve bunların,
bendenizi bütün duygu ve düşünlerimle tanıyan Padişahın yüce buyrukları ile
hükümet emrinde çalışacağıma inanmış bulunan yüksek şahsınız tarafından
verilecek açıklama ve güvence ile düzeltilebileceğine ve giderilebileceğine
eminim,
1. Dört gün önce Padişah makamına göndermiş olduğum ve itilâf temsilcilerince de
itiraz edilindiği anlaşılan yazımın cevabı alınıp incelenmeden İstanbul'a
geleceğim konusunda söz verilmemeli idi.
2. Hiçbir uygun sebep buIunmadan İzmir'in ve Antalya'nın, hükümetimizin
bilgileri dışında düşman tarafından işgali ve silâhsız, çaresiz halkın Rum
eşkiyasına doğratılması ve sonuç olarak iffet ve namusun ayaklar altına alınması
ve şu anda da Aydın ilinin her tarafından bu uygunsuz durumun sürdürülmesi ve
tekrarı bir süre önce bu bölgeden Nurettin Paşa'nın alınması ile ortaya çıkan
bir komuta boşluğunun doğurduğu vahim sonuç değil midir? Bu yöre için de böyle
kanlı bir sonuç hazırlanmış ve buna engel görülen komuta heyetlerinin
değiştirilmesi gerekliliği hissedilmiş ise, temsilcilerin vatanı yok etmeye
yönelik istekleri karşısında hükümet ileri gelenleri için ikinci bir hainliğe
neden olmak yerine millet arasına kişi olarak karışmaları vatanperverliğin örnek
bir davranışı olur. (Alkışlar)
Doğudan Şevki ve İhsan paşaların alınması, vatanımızın batısındaki bir
bölümün acımasızca işgali programının yürürlüğe konmasını önleyebildi mi?
Ferit Paşa'nın verdiği cevap şudur:
"Yüksek açıklamalarınız doğrudur. Ancak bir milli hareketin olacağına inanan
İngilizleri, yüksek kudretiniz ve vatanı korumak çalışmalarınız endişelendirmiş
ve düşmanlarımız tarafından her gün çeşitli nedenlerle yaratılan dedikodu, bu
endişeyi artırmış olacak ki bu gün yüce şahsınızın ordunun başından alınıp
İstanbul'a getirilmenizi Bab-ı âli'den istemişlerdir. Bu istekleri tehdit eder
bir biçimde söylemişlerdir. Dört gün önceki duruma göre Padişah hazretlerinin
yüksek onaylarına sunulan öneri bendenizden gelmiş idi. Fakat bu günkü durum
böyle ani ve ivedi bir daveti gerektiriyor.
Bab-ı âli'de makine başında geç zamana kadar sizi rahatsız etme nedenim,
sizin de bildiğiniz gibi, bir zorunluluktan ve vatan menfaatinin gerekliliğinden
doğmaktadır. Aynı zamanda İngilizler tarafından size hakkınız olan saygının
gösterileceği konusunda Dışişleri Bakanı vekili tarafından söz alınmıştır.
Bendeniz, ilk telgrafta da ima ettiğim gibi, Paris konferansı kararlarına boyun
eğmekten başka yapılacak bir şey görememekteyim. Şimdilik iyi geçinme durumunu
seçmek uygun gibi görülüyor. işte bu nedene dayanarak en kısa zamanda İstanbul'a
hareket etmeniz beklenmektedir.
Sizinle yapacağımız görüşmeler tabii ki bizi de aydınlatacaktır. Temsilcilere,
emirleri gereğini duyurmak üzere, hareket kararınızın zamanının en kısa zamanda
belirlenmesini rica ederek beklemekteyim."
Verdiğim cevapta şu maddeler vardı:
1. Dün sizlerden aldığım telgrafta Paris Konferansı kararlarına boyun eğmekten
başka yapılacak bir şey görülemediği söylenmektedir. Bu kararlar nelerdir?
Ajansların en son duyurusu milli bağımsızlığımızı ve geleceğimizi pek ümitsiz
bir durumda gösteriyor. Meselâ Paris Konferansı Trakya, Pontus, İzmir, Kilikya
konularını devletin aleyhine olarak belirlemiş ve doğu illerinde Ermenistan
egemenliğini kabul ederek onaylamış ise bu kararlara boyun eğmek için yetki ve
sorumluluk alan ve değerlendirenler kimlerdir? Sadrazan Paşa hazretleri vatan ve
milletin gelecek haklarını yok eden bu feci durumları ortadan kaldırmak ve
değişirmek için ne gibi olumlu maddi güvence ve ümitle dönüyorlar.
1. Padişahlık makamının, bütün devlet ve millet gerekçeleri ve hilâfet
hakları üzerindeki oyunlar konusunda samimi bir şekilde ve uygun bir dille
aydınlatılmaları ve görevlerinden dolayı sorumlu olmayan yüce Padişah
hazretlerinin güç ve buyruklarını daima gerçek dini dileklere ve devlete
yöneltmek gerekli bulunmaktadır. İstanbul'daki bazı kişiler ve özellikle bir iki
ay bile iktidarda kalamayan değişken kabineler, kendilerinde oluşan görüş
bozukluğu, vicdansızlık, milletin genel tutumuna ters düşen ve meşru olmayan
düşüncelerle bakanlık yönetmek ve yetki kullanmak gibi tarihin en feci
sorumluluklarından kesin olarak uzak kalmalıdırlar.
2. Bendenize gelince; Çok yanlış ve hatalı anlayış içinde bulunulduğunu
görüyorum. Bu gün vatanımızda bir millet kudreti varsa, bu akım, felâketler
sonucu uyanan milletin kalp ve düşünce gücünden doğmuştur. Bendeniz de ancak
buna uyuyorum. Benim buradan çekilmem ile ilgili düzenlemeler çok hatalı ve
özellikle çok tehlikelidir. Bendenizin korunması hakkında Dışişleri Bakan vekili
beyefendi tarafından İngilizler'den güvence alındığı söylenmektedir. Buna çok
hayret ettim. Çünkü devletler ve milletler adına ve şerefine resmi bir şekilde
imzaladıkları ateşkes hükümlerini korumaya bile asla uymayarak alabildiğine
saldırılarda bulunan ve pek çok onur kırıcı durumlara neden olan İngilizlerin bu
güvencesine inanmak pek saflık olur. Yalnız tam anlamı ile inanılmasını isterim
ki, eğer memleketin kurtuluş ve esenliği benim çekilmeme bağlı olsaydı, kayıtsız
şartsız ve geleceğim hakkında hiç bir ümit ve amaç beslemeyi aklıma getirmeden,
benliğimi kurban etmek kadar vicdani ve basit bir şey olamazdı. (Alkışlar) Şunu
eklemek isterim ki, aradaki büyük fark, gerçek durumun henüz karşı tarafça
anlşılamamış olmasındandır.
3. Seçildiği açıklanan iyi geçinme yolunu çok üzücü buluyorum. Çünkü iyi
geçinme, bir insanın zayıf noktasını hoş görmek ve onun devam etmesini sağlamak
değildir. Üzücü olmakla birlikte, ateşkes antlaşmasının imzalanmasından bu güne
kadar, hükümetlerin birbirine benzeyen yetersiz ve zayıf durumlar göstermesi ve
milli kuvvetleri desteklenebilir bir kuvvet olarak kabul etmemesi, itilâf
devletlerinin ülkemizi istilâ etmesine engel olamamış, tam tersine amaçlarını
kolaylaştırmıştır.
General Allenbi ile halen Padişah hazretlerinin başmabeyincisi olan eski
Harbiye Nazırı Yaver Paşa'nın bizzat yaptığı konuşmaya ve adı geçen kişinin
karşı karşıya bırakıldığı içler acısı duruma ve ayrıca bir yabancı general ile
eski Harbiye Nazırı Abdullah Paşa'nın görüşmelerinde generalin kullandığı
bağımsızlığı hiçe sayan sözlerine bu arada dikkatinizi çekmek isterim.
Şimdiye kadar bundan önceki kabineler tarafından izlenen bu iyi niyet yolu
nedeniyle Anadolu'nun batı kesimi ve saltanat başkentinden, Hilâfet makamındaki
şerefli Hükümdarımızın saraylarına kadar her yer korkunç bir Sekilde işgal
edilmiştir. Ayrıca milli kuvvetler saptanarak yok edilmeye ve Doğu Anadolu için
de aynı ilginç işlemler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu nedenle yüce şahsınızın
ve içinde bulundukları bakanlar kurulunun böyle girişimlere yardımcı olmama
vatanseverliği göstermeniz arzu edilir. Buna şunu da eklemek isterim. Görüş ve
düşüncelerimin gerçekleşeceği konusundaki inancım tamdır. Çünkü bu görüş ve
düşünce, her yöredeki bilgi ve milli onur sahibi kişilerin ortak ve genel
görüşüdür ve özellikle milli vicdanın izlenimlerine dayanmaktadır.
Anadolu'daki büyük komutan makamlarının bir süreden beri sarsılması ve o
boşlukların yerine ancak yetersiz ve bilgisizlerin doldurulması gibi, Batı
Anadolu'yu boğazlanmışcasına elinden kaptıran, onurlu kişilerin yerine
geçenlerin izledikleri politikaya bir kez daha dikkatinizi çekerim.
1. Ali ihsan Paşa ile Nurettin Paşa ve onun yerine getirilen Ali Nadir Paşa
olaylarına milli tarih açıklık getirecektir. Bu gün yüce şahsınızın sahip
bulundukları makam, vatan ve milletin kurtuluşunu sağlayacak bir güç olamadığına
göre yeni iş başına gelenlerin açtıkları yaraları bu kez de vatan ve milletin
doğu kısmına yaymalarına yüce şahsınız gibi varlığı ancak onurlu bir yaşam
olması gereken değerli ve tecrübeli bir kişinin baş eğmesine hiç te gerekli ve
zorunlu bir neden yoktur. Bağımsızlığını kaybeden makamınızdan ayrılarak tarihin
açık olan korkusuz sayfalarında övünülecek bir şekilde yaşamanız sanırım bütün
dürüst ve onurlu kişiler tarafından beklenmektedir. (Bravo sesleri)
Ferit Paşa'ya en son verdiğim cevap şudur:
Harbiye Nazırı Ferit Paşa Hazretlerine
Erzurum, 6 Temmuz 1919
Ermenistan'a bağlanmalarına söz verilmiş olduğunu öğrenmekle heyecana gelen ve
coşan doğu illeri halkının arasından ayrılıp İstanbul'a gelmem konusundaki
önerinizi yerine getirmek konusunda kişisel irademi kullanmaya manen ve maddeten
imkân bulamıyorum. Durumun değerlendirilmesini, bilinen mertliğiniz ve
samimiyetinize güvenerek arz ederim, efendim.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri
M. KEMAL
Bunun ardından Sarayın yüce başkâtipliği eliyle aldığım telgrafta "Sizlerce
gerçekleştirilen ulu girişimler her nasılsa İngilizlerce, vatan korunması
şeklinde değil, başka bir şekilde kabul edilmektedir. İngilizler yüce şahsınıza
karşı gurur kırıcı hiçbir davranışta bulunmayacakları konusunda kesinlikle söz
verdiler " denilmekte idi.
Buna cevap beklemeden şu telgrafı gönderdiler:
"Yüksek memuriyetinize görülen lüzum üzerine son vermiş olduğundan hemen
gecikmeden İstanbul'a dönmeniz Padişah hazretlerinin emirleri gereğidir."
Padişah Başkâtibi Ali FUAT
Son cevabım şu oldu:
7 Temmuz 1919 Erzurum
Padişah hazretlerinin devletli mabeyni yüce başkâtipliği eliyle Padişah
hazretlerinin yüce katına. şimdiye kadar gerek padişahlık yüce makamına ve gerek
Harbiye Nazareti'ne yazdığımı yazılarda vatan ve milletin ve yüce hilafet
makamının karşılaştığı üzücü olayları ve buna karşı ortaya çıkan tepkileri ve
milli durumu bütün safhaları ve açığı ile ile arz ettim.
Böyle davranmakla kutsal varlığımın bana yüklediği en yüksek ve en vicdani
görevlerden birini yapmış oldum. Bendenizin çalışına ve faaliyetlerinin
İngilizlerce vatan savunması olarak değil, başka bir şekilde yorumlanması
nedeniyle yüce hükümetlerinin ağır baskı altında tutulduğu yazılıyor ve
bildiriliyor. Yüce Hükümetiniz ve yüce Saltanat başkentinizin ne gibi baskı ve
üzücü şartlar altında bulunduğu gerek benim tarafımdan ve gerekse bütün asil
milletimizce tam anlamıyla ve her yönüyle bilinmekte olup bu baskı ve denetimin
giderek daha da artması durumunda özellikle büyük sadaketle ve aşırı derecede
bağlı bulunduğum müşfik ve yüce amaçlar taşıyan yüreğinizin sıkıntıya düşmesine
hiçbir şekilde razı olamayacağım için, yalnız memuriyetime değil, bütün şan ve
şerefini, vatan ve milletimin ve kutsal yüce makamınızın feyiz ve asalet
nurundan alan ve pek çok sevdiğim kutsal askerlik yaşamıma da veda ederek
özveride bulunduğumu arz etmek isterim. (Alkışlar) Yüce saltanat ve hilâfet
makamınızın ve asil milletimizin sonuna kadar daima koruyucusu ve sadık bir kulu
olarak kalacağımı içten gelen duygularımla arz ve temin ederim. Yüksek askerlik
mesleğinden istifa ettiğimi Harbiye Nezareti'ne bildirdim. Onurlu padişaha
sıhhat ve esenlikler diler ve her türlü kötülükten korumasını Cenabı Hak'tan
dilerim. Yüce bilgilerinize sunarım.
Kulları
Mustafa KEMAL
Birinci dönem ile ilgili olan açıklamalarım burada bitmiştir. Arkadaşlar,
sizleri fazla yormamak için ufak bir aradan sonra devam etmek istiyorum.
MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara)
- Efendiler!
Hepinizin bildiği gibi, 10 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum'da Doğu Anadolu
illerini kapsayan bir. milli kongre toplandı. Bu milli kongrenin koyduğu
şartlar, sanırım bilinmektedir.. Fakat şimdiye kadar yaptıklarımıza bir
başlangıç sayıldığı için sizlere hatırlatmak üzere önemli noktaları yeniden
okuyacağım. Erzurum kongresinin koyduğu şartlardan birincisi; I. Dünya Savaşının
genel durumu gereğince, düşmüş olduğumuz yenilgi nedeniyle vatanımızın birçok
önemli bölümü düşmanlarımızın istilâsı altına girmişti.. Millet, bütün
isteklerinde maddi ve gerçekçi düşünmek ve ancak kuvvet ve gücüyle sağlayacağı
durumlarda kendine yeni bir sınır çizmek üzere idi. İşte kongre bu sınırı
çizmiştir. Bu milli sınırın dostlukla korunması için demiştir ki: Ateşkes
antlaşmasının imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinde çizilen hudut, sınırımız
olacaktır. Vatanımızın sınırı olacak bu hududu, sanırım, ayrıntılarıyla bilmeyen
arkadaşlarımız vardır. Yeniden fazla ayrıntıya girmek istemediğim için. şu
şekilde açıklayacağım. Doğu sınırını Kars, Ardahan ve Artvin'i içine alacak
şekilde göz önüne getiriniz. Batı sınırı, bildiğiniz gibi, Edirne'den geçiyor.
En büyük değişiklik güney sınırımızda olmuştur. Güney sınırımız İskenderun'un
güneyinden başlar, Halep'le Kadıma arasında Cerablus köprüsünde sona eren bir
hat ve doğu kısmı da Musul ili Süleymaniye ve Kerkük dolayı ve bu iki bölgeyi
birbirinden ayıran hat.
Efendiler!
Bu sınır sadece askeri gerekçelerle çizilmiş bir sınır değildir, milli sınırdır.
Milli sınır, olmak üzere tespit edilmiştir. Fakat bu sınır içinde islâm ögesine
sahip yalnız bir milletin olduğu düşünülmesin. Bu sınır içinde Türk vardır,
Çerkez vardır ve diğer islâm öğeleri vardır. işte bu sınır karışık bir halde
yaşayan, bütün amacını tam anlamı ile birleştirmiş olan kardeş unsurların milli
sınırıdır. (Hepsi islâmdır, kardeştir sesleri) Bu sınır olayını kararlaştıran
maddenin içerisinde büyük bir ana öğe vardır. Fazla olarak da bu vatan hududu
içinde yaşayan islâm unsurlarının her birinin kendine özgü olan yörelerine,
geleneklerine, ırkına özel olan ayrıcalıkları bütün samimiyeti ile ve karşılıklı
olarak kabul etmiş ve onaylanmıştı. Doğal olarak bununla ilgili ayrıntılı
bilgiler yoktur. Çünkü bu ayrıntılı bilgilere girmenin zamanı değildir.
İnşallah, varlığımız kurtarıldıktan sonra (inşallah sesleri) kesin şeklini
alacağından şimdilik ayrıntıya girilmemiştir. Fakat aslında bu, maddenin
kapsamındadır. Yine Erzurum Kongresi'nin milli esaslarından birisi, efendiler,
işte bu milli sınır içindeki yönetimin milli egemenlik esaslanna dayanmasıdır.
Çünkü bizzat bulunmuş olmam dolayısıyla kongrenin o zamanki anlayışını
yakından bilmekteyim. Her halde Osmanlı topluluğunun bütünlüğü, milli
bağımsızlığın kazanılması, her şeyden önce yüce Saltanat makamının
dokunulmazlığı, mutlaka güvenilir bir kuvvete ve sağlam bir yönetime bağlı
olarak gerçekleşebilir. Bu ise ancak milli egemenlik esasına dayanan yönetim ve
kuvvetle sağlanabilir. Erzurum kongresinde milli sınırlarımız içinde yaşayan
müslüman olmayan unsurlar bile gözönüne alınmıştır. Hepimizce bilinmektedir.
Efendiler,
Müslüman olmayan unsurlar, azınlıklar adı altında bütün dünyanın üzerinde
durduğu ve özellikle bizim ülkemizle ilgili olunca pek büyük önemle göz önüne
alınan bir sorundur. Doğal olarak bu olaya bir kural koymak gerekir ve bu o
zaman da gerekli idi, Kongrenin koyduğu kural gereğince müslüman olmayanlara,
müslüman olanlara verilmiş olan haklar aynen verilecektir. Bundan daha normal
bir kural bulunamaz. Bununla aynı sınır içinde yaşayan insanlara aynı kanuni
haklar verilmiş oluyordu. Yine en önemli kurallardan birisi, devletin, milletin
iç ve dış bağımsızlığı idi. Millet bağımsızlığından vazgeçmiyor ve vazgeçmeyecek
esas kabul edilmiştir. Ancak, bu ana şart daima saklı ve saygıdeğer tutulmak
üzere, ülkemizin bayındırlık durumunu, milletimizin varlığını ve genel olarak
düşünce düzeyimizi göz önünde tutacak olursak, bütün dünyadaki gelişme ile bunu
karşılaştırdığımızda itiraf etmek zorundayız ki, biraz değil, çok geri
durumdayız. Bu nedenle duruınu değiştirmek için çok büyük kaynaklara, çok
çeşitli araca, kısacası her şeye ihtiyacımız vardır. Milletimizin ilerleme ve
yükselmesi için ve ülkenin bayındırlığı için, ihtiyaç duyduğumuz her şeyi
dışarıdan almak konusunda doğal olarak tam bir olgunlukla hareket edeceğiz, dış
ilgi ve yardımı tamamen uygun göreceğiz. Ancak arz ettiğim gibi, bağımsız kalmak
görünüş ve yetkisini daima korumak şartı ile... Erzurum Kongresi'nin esas
şartları bunlardan oluşuyordu.
Kuruluştan ve bununla ilgili ayrıntılardan bahsetmeyeceğim. İşte, Erzurum
Kongresi milletin yararı için ve halkımızla ilgili hayati konuları görüşmek için
toplandığı sırada İstanbul'da iktidar mevkiinde bulunan Sadrazam Ferit Paşa
kongreyi yönetenlerin tümünü suçlu ve haydut olarak kabul etmiş, derhal
tutuklanarak İstanbul'a gönderilmelerini bütün resmi, mülki ve askeri makamlara
bildirmiştir. Bunun da ayrıntılarını açıklamak istemiyorum. Buradan Sivas
Kongresine geçeceğim. Erzurum Kongresinden sonra 4 Eylülde Sivas'ta genel bir
kongre yapıldı. Erzurum Kongresi yalnız Doğu Anadolu'yu temsil etmiş oluyordu.
Sivas'a Batı Anadolu' dan ve Rumeli'den de delegeler gelmiş olması nedeniyle
yaralı vatanın genel kurulu olarak, Anadolu ve Rumeli'de yaşayan bütün
vatandaşlarımızın görüşü desteklenmiş oluyordu. Sivas Kongresi, Erzurum
Kongresinde tespit edilen şartları aynen kabul etmiş, yalnız adını yaymakla
kalmamıştır. Bütün Anadolu ve Rumeli'yi içine almak üzere birlik ve milli
dayanışma sağlanmıştır. Bu sırada içişleri Bakanı bulunan Adil Bey ve Harbiye
Nazırı Şerif Paşa, Erzurum Kongresi sırasında olduğu gibi ve belki bundan daha
da çok, yine milli egemenliğin kazanılması için, yine vatan uğruna ve milleti
kurtarmak için çalışanlara karşı birtakım kararlar alıyor ve bu kararları akıl
almaz bir hızla uyguluyorlardı. Tam kongre toplandığı sırada Ferit Paşa ve
arkadaşı Malatya'da Elazığ Valisi Galip Beyin emir ve yönetimlerinde masum halkı
aldatmak suretiyle bir kuvvet toplanmasına çalışmışlardı. Harbiye Nazırı Şefik
Paşa da milletimizden ve dindaşlarımızdan kurulu bu masum askeri kuvveti
desteklemek üzere emirler veriyordu. Ali Galip Bey bu kuvvetlerle ani olarak
gelerek Sivas'ı basacak, orada bulunan milli kuvvetleri birer birer bir cani
gibi asacak, kesecekti. Bütün bu düzenleme, kendisinin vilâyete ve komutanlığa
atanması içindi. Hareket için bir padişah emri almışlar ve bu kişinin padişah
emrini cebinde taşıdığı gerçeği anlaşılmıştı. Sivas'a vardıktan sonra derhal
telgraf başında İstanbul ile konuşacak ve bunun ardından padişah emrini de
yayımlayacaktı. Diğer taraftan Ankara'da vali bulunan Muhittin Paşa Çorum'a
gitmiş ve orada yine Harbiye Nazırı'nın kendi emrine vermiş olduğu askeri kuvvet
ile hareket ederek iki taraftan Sivas'a baskın yapmayı plânlamıştı. Tesadüfen
İstanbul ile bu kişiler arasında alınan ve gönderilen şifreli telgraflar elimize
geçti. Bunun üzerine derhal İstanbul'a, başvurduk ve bunun gerekçesini anlamaya
çalıştık. Tabii Ferit Paşa, Şerif Paşa, Adil Bey güvenilebilir kişiler
değildiler. Millet adına Sivas'ta toplanmış olan kongre üyeleri yüksek hilâfet
ve saltanat makamına, padişahlık makamına telgraflar gönderdiler. Bütün heyetler
telgrafhaneye koşarak padişahtan haklarını istediler.
MEHMET ŞÜKRÜ BEY (Afyon Karahisar) - Paşa hazretleri, bir nokta var: İngiliz
Amirali "Mister Nowil" in girişimlerini açıklamanız gerekli.
MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) - Pek doğru! İngilizlerden bahsetmek istemediğim
için bu noktayı kaydetmedim, efendim. Gerçekten İngilizler daha önce bütün
Kürtleri aldatarak, onları Türkler ve diğer dindaşlarından ayırmak için
düşünebildikleri her şeyi uygulamaya çalışıyorlardı. Bu uygulamada en büyük
çabayı gösteren de yüzbaşı veya bir söylentiye göre binbaşı rütbesine sahip bir
kişi idi ve ne yazık ki ona müslüman bir iki kişi de yardım ediyorlardı. Tam bu
sırada Nowil adlı kişi Malatya'ya gelmiş ve Alip Galip Bey'le iş birliği
kurmuştu ve bu kişi Sivas yönüne gönderilmesi düşünülen kuvvetin başında
bulunuyordu. Yine bıraktığım noktaya dönüyorum. Durumu Padişah hazretlerine
arzetmek istedik, bütün telgraf görüşmelerinin Ferit Paşa, Adil Bey ve
arkadaşları tarafından kesildiğini gördük ve bizim Padişah hazretleri ile
görüşmemize izin verilmedi.
Önce Ferit Paşa'ya ve sonra da padişah hazretlerine başvurulduğunu arz
etmiştim. Ferit Paşa'ya güvensizliğimizi ve başvurularımızda kendisine
güvenmemekte olduğumuzu ve hatta durumu tümü ile açıkladıktan sonra Ferit Paşa
Kabinesi'nin yerine artık her halde milletin amaçlarına uygun ve güvenine sahip
bir hükümeti iktidara getirmek gereğini arzetmiş olduk. Bu arzımız Ferit
Paşa'nın yolu kapaması ile padişahın bilgisine sunulamamıştır. Bundan sonra
Ferit Paşa'ya dedik ki, bizi bu konuyu sunmakta serbest bırakmazsanız o zaman
millet, davranışlarında kendini hür ve bağımsız saymakta haklı olacaktır. Cevap
vermediler.
Bağımsızlık kendiliğinden tanınmış oldu. Kongre kendini bağımsız olarak
düşününce, tabii Mister Nowil'e, Ali Galip Beye ve onun aldattığı masum
insanlara karşı önlemler aldı. İlk önlem, tabii aldatılmış olan dindaşlarımızı
aydınlatmaktı ve bunu başarır başarmaz bütün aldatanlar, bütün o caniler yalnız
kaldılar ve oradan kaçmayı başardılar. Çorum'da bulunan Muhittin Paşa da Sivas'a
davet olundu, efendiler!
İstanbul'da Ferit Paşa Kabinesi ile milletin, bütün mülki erkân ve ordunun
bağlantısı bu suretle kesintiye uğratıldı ve bu durum tam 23 gün sürdü. 23
günlük sürede, hepinizce bilindiği gibi, milletimiz kutsal amacını
gerçekleştirmek için birlik ve dayanışmasını ne dereceye kadar gösterebileceğini
cesur davranışlarıyla ispat etti. Bu, millet için, hepimiz için gurur duyulacak
ve övünülecek bir durumdur. Nihayet 23 gün, sonra Ferit Paşa işlediği büyük
suçu, millet ve memleketin anladığını, milletin kararlı olduğunu ve
kahramanlıktan geri kalınayacağını sezerek istifa etmeye mecbur oldu. Bundan
sonra iktidara Ali Rıza Paşa gelmişti. Ali Rıza Paşa'nın iktidara gelmesi ve
bildiğiniz gibi, istediği kabineyi oluşturması hakkında Sivas Kongresi'nin veya
Sivas Kongresi'nin görevlendirdiği temsil heyetinin hiçbir ilgi ve ilişkisi
olmadığı bilinmektedir. Bunun için kongre temsil heyeti ile kendiliğinden karşı
karşıya gelmiş oldu. İlk bakışta Ali Rıza Paşa Kabinesi'nin bakanları Ferit Paşa
Kabinesi'nden devredilmiş gibi göründü. Bu durumda güven duyma konusunda biraz
kararsızlık oldu. İşte bu nedenle o zaman Ali Rıza Paşa'ya karşı bulunmak
gerekliliği hissedilmiştir. Önemli olduğu için müsaadenizle aynen okuyacağım.
İktidara gelen Ali Rıza Paşaya 3 Ekim 1919 günü şu telgrafla bilgilerimizi
sunduk:
Anlayışlı Sadrazam AIi Rıza Paşa Hazretlerine,
Millet, şimdiye kadar devlet yönetimine geçenlerin, anayasaya ve milli amaçlara
ters düşen ve bilinen tutumlarından üzülerek, hukuka uygunluğu sağlamak ve
geleceğini güvenli ve becerikli ellerde görmek için kesin kararını vermiş ve
gerekli cesaretli girişimlerde bulunmuştur. Düzgün bir kuruluşa bağlı milli
kuvvetler, milletin kesin iradesinin, yüce Allah'ın emirleriyle tam anlamı ile
gösterilmesini ispat etme kudretini kazanmıştır.
Millet, kuvvet ve iradesini hiçbir zaman padişahlık makamına aykırı, ülke
yararına aykırı ve millete ters bir biçimde kullanmak arzusunda değildir.
Millet, Halife hazretlerinin kutsal şahsının güvenini kazanmış olan yüce
şahsınızla yüce arkadaşlarınızı güç durumda bırakmaktan kesin olarak sakınmakta
olup, tersine tam anlamı ile yardım etmeye bütün samimiyeti ile hazırdır. Ancak
bakanlar kurulu içinde Ferit Paşa ile çalışmış kişilerin bulunması, yüce
heyetlerinin düşünceleriyle milli isteklerin uygunluk derecesini olgunlukla
anlamak zorunluluğunu doğurmuş bulunmaktadır. Millet olarak tam güvenliğe sahip
olmadan atılmış olan her adım, düzelmeye başlamayı engelleyecek ve yarım
çarelerle yetinilmesi, millet ile yüksek heyetiniz arasında da yanlış anlamalara
neden olabileceğinden, uygun görülmemektedir. Bundan dolayı heyetimiz, kesin ve
açık olarak Sadrazam makamının yüce sahibinden aşağıda belirtilen konuların yeni
hükümetinizce uygun bulunup bulunmadığı ve kabul edilip edilmeyeceği konusunu
büyük bir saygıyla anlamayı görevlerinden sayar.
1. Yeni hükümetin Erzurum ve Sivas kongrelerinde kararlaştırılan kuruluşa ve
milletin meşru dileğine saygı göstermesi,
1. Milli Meclis toplanıp, denetim gerçek olarak başlayıncaya kadar milletin
geleceği hakkında hiçbir yükümlülük altına ve resmi işlere girilmemesi,
2. Barış konferansında milletin ve memleketin geleceği
kararlaştırılacağından, görevlendirilecek delegelerin bundan önceki gibi
yeteneksiz kişiler değil, milletin amaçlarını tam anlamı ile bilen ve güvenilir,
anlayışlı ve kudretli kişilerden seçilmesi.
Bu konuda tamamen anlaşma olması durumunda milletin vicdanından doğmuş ve bütün
itilâf devletlerince meşruluğu ve kudreti tanınmış olan milli kuruluşumuzun,
hükümetin yardımcısı olacağı ve bu şekilde hükümetin millet ve memleketin
geleceği hakkında barış konferansında meydana gelecek girişimlerinin daha
güvenilir ve etkili olacağı tabiidir.
Bir kez bu önemli noktalarda uygunluk sağlandığı anlaşıldıktan sonra, ileride
olabilecek normal olmayan durumları gidermek için bazı ek sunuşlarda bulunmamız
iznini yüce sadrazam makamına arz ederim.
Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Temsil Heyeti adına;
MUSTAFA KEMAL
İşte bu önemli noktalar üzerinde anlaştıktan sonra, arada bazı yazılar
yazdık. Ali Rıza Paşa, Erzurum ve Sivas kongrelerinden bilgisi olmadığını yazdı.
"Gereği yerine getirilmek üzere önce bunları bildiriniz" dediler. Hepinizin
bildiği bildiriyi kendilerine ilettik. Bakanlar kurulunun bunu incelemesinden
sonra bile Sadrazamın verdiği cevapta önemli noktaların Bakanlar kurulunca kabul
edildiği bildiriliyor ve ondan sonra da bizim hakkımızda birtakım kısıtlayıcı
isteklerde bulunuluyordu. Bu kısıtlayıcı isteklerin başlıcası, olağanüstü
olaylar ve ortaya çıkan yirmi üç günlük durumun giderilmesinden sonra, Meclis-i
Mebusan seçimlerine ve hükümet işlerine karışılmaması konularını kapsıyordu.
Bizim verdiğimiz cevabı aynen okursam olay daha çok açıklığa kavuşacaktır.
Yüce Sadaret Makamına,
"4 Ekim 1919 tarihli, sadaret makamının cevap telgrafının kapsamından
anlaşıldığına göre, derneğimiz temsil kurulunun yapmış olduğu sunuş ve
tekliflerin tamamen uygun görüldüğü ve kabul buyurulmuş olduğu, minnet duygulan
izlenmiştir. Bununla birlikte tarafımızdan taahhüt edilmesini istediğiniz
noktalarla ilgili olarak aşağıda olduğu gibi açıklamalarda bulunmamıza müsaade
etmenizi içtenlikle rica ederiz. Hükümetin yol gösterici davranışında kanun
hükümlerine tam anlamı ile uyulması doğal olup, kurulumuzca da bunun
sağlanmasını görmek tek amacımızdır. Son zamanlarda ortaya çıkan uygun olmayan
durumun ve kanunsuzluğun nedeni ve etkeni Ferit Paşa Kabinesi idi. Bu konu, adı
geçen kabinenin düşmesi ile, yüksek kurulunuzca kanun hükümleri içinde çalışma
ve Ferit Paşa Kabinesi tarafından yapılan kanun dışı işler ve davranışlar
dolayısıyla ortaya çıkan durumun kaldırılması için gereken kesin önlemlerin
alınması ve gereğinin yapılması ile ortadan kalkar ve böylece olması beklenen
olay ve devam edebilecek olan davranışlara sebebiyet verilmemiş olur.
Kurulumuzun, bakanlar kuruluyla kanuni hükümler içinde her türlü anlaşma ve
görüşmelerde bulunabilmesi için, önce hükümetin meşru ve kanuna uygun olan milli
kuruluşumuza iyiniyet göstereceğini açık ve kesin bir dille söylemesi
gerekmektedir. Aksi halde, kurulumuz ile hükümetimiz arasında karşılıklı güven
ve samimiyet bulunup bulunmadığı kuşkusu doğacak ve sonuç olarak bu da uyumsuz
davranış ve girişimlerin ortaya çıkmasına neden olacaktır. Başkent ile
Anadolu'yu birbirinden ayırmaya kurulumuz ve temsilcisi bulunduğumuz millet
bireyleri sebep olmamışlardır. Tam tersine, düşünülen hükümetin Paris Barış
Konferansı'nda doğu illerimizi, tamamını geniş bir özerkliği olan Ermenistan
olarak kabul edişi, Toroslar sınır gösterilerek iki üç ilimizin tümünün Osmanlı
sınırı dışında bırakılması ve başkent ile illerimizin bazılarında ateşkes
antlaşması hükümlerine aykırı birçok işgaller ve devlet ve milletin bağımsızlık
gururunun kırılmasına seyirci kalınması, başkent ile Anadolu'nun birbirinden
ayrı düşünmelerine neden olmuştur. Ayrıca, bu duruma milli varlığını korumak
amacı ve dine dayanan azmi ile kutsal haklarını korumak için ayaklanan kongre
üyelerini eşkiya çetesi gibi cezalandırmak amacı ile Elâzığ ilinde birtakım
eşkıya toplayarak Sivas ve Elâzığ halkları arasında vuruşma için hazırlanma emri
veren bundan önceki hükümetin meşru olmayan icraatı da neden olmuştur.
Osmanlı topraklarının bir kısmının işgali tehlikesine gelince; Milli
kuruluşunuzun kurulmasından bu güne kadar hiçbir işgal olmadığı gibi, tam
tersine Ferit Paşa Kabinesi'nin hoşgörü ve günahının sonucu ateşkes hükümlerine
aykırı olarak işgal edilen Merzifon ve Samsun gibi illerimiz boşaltılmıştır.
Bundan dolayı, devletin birliğini heyetimiz değil, bundan önceki hükümetin
bozduğunu söylemeye gerek görmediğimi arz ederim. Tarafımızdan hiçbir resmi
daire işgal edilmemiş olup, ortada bulunmayan bir durumun düzeltilmesi gibi bir
şey düşünülemez. Milli kuvvetlerimiz aleyhinde bundan önceki hükümetin yapmış
olduğu yayının doğruluk derecesini araştırmak üzere gelen ve başkentte milletin
güvenini taşıyan, milli kuvvetlere dayalı ve meşru olan bir hükümet bulamayan
itilâf devletlerinin yollamış olduğu birtakım görevlilerle yaptığım görüşmeler
de siyasi bir resmiyet taşımamaktadır. Bu görüşmelerin amacı, milletin geleceğe
yönelik isteklerini milli kuruluşumuzun büyüklük ve kudretini, milli iradenin
genişliği ve kesinliğini onlara yakından göstermek ve bununla milletimiz
hakkında saygı ve güven sağlamakla sınırlandırılmıştır. Bunun da barış
konferansında gelecek için zararlı değil, aksine çok yararlı sonuçlar
sağlayacağı şüphe götürmez bir husustur.
Milletvekili seçimi hakkında bundan önceki hükümetin verdiği emirler gereği
hareket eden mahalli daireler henüz seçim kütüklerini bile hazırlamaya yeni
başlamış olduklarından seçimlerde halkın hürriyetine saldırı ve engelleme
şımdiye kadar maddeten mümkün olmadığı gibi, örneğimiz ve bir siyasi kuruluş
olmadığından, siyasi ihtirastan tamamen uzak bulunacağını ve seçimlerde
kesinlikle halkın anlayış ve vicdan hürriyetine karışmayacağım pek çok kere
bildirileriyle açıklamış bulunmaktadır. Hükümet işlerinde olan duraklama, ancak
resmi telefon görüşmelerinin arızasıdır ki, bu da milletin şefkatli babası ve
şerefi olan padişahına sunuşunu ve ricalarını iletmesine engel olmuştur. Bu da
padişah ve millet arasında bir engel oluşturan Ferit Paşa Kabinesi'nin uygun
olmayan tutumunun zorunlu sonucudur. Şu noktayı da ciddi bir olgunluk ve önemle
yüksek görüşlerinize sunmak zorundayız. Samimi açıklamalarınızda memleketimizde
meşrutiyet gereğince milli egemenliğin yürürlükte bulunduğu açık ise de,
feshedilmesinden itibaren Meclis-i Mebusan-ın dört ay içinde toplanması
Anayasamızın açık hükümlerinden, olmasına rağmen bu güne kadar seçimlerle ilgili
kütükler bile hazırlanmamıştır. Başka bir şekilde açıklanması mümkün olmayan,
dört ay içinde toplanma kanuni zorunluluğu altında bulunan Milli Meclisin şu ana
kadar toplanamaması Ferit Paşa Kabinesi'nin açıktan açığa meşrutiyet idaresine
bir darbesi ve Anayasaya açık bir saldırısı sayılır ve ceza kanunun özel
maddesine dayanılarak bir cinayet sayılıp, sebep olanlar hakkında kanun
hükümlerinin tam olarak uygulanması, milli egemenliği kabul eden ve kanun
hükümlerinin uygulanmasını kendisi için bir kanuni görev sayan her meşru hükümet
için ilk kutsal görev niteliğindedir. Bundan sonra ayrıntılarla ilgili bazı
noktalar vardır.
Efendim! Ali Rıza Paşa bu cevabımızdan sonra birkaç gün kendi isteği ile
sustu. Nihayet üç gün sonra karşımıza. bizimle konuşmak üzere Harbiye Nazırı
Cemal Paşa çıktı. Cemal Paşa'nın verdiği telgraf, bakanlar kurulunun milli
amaçlar içinde hareket için önerilen şartların tamamını kabul ettikleri konusunu
içeriyordu ve karşılıklı olarak yapılan önerilerle hükümetle hepimizin çok ciddi
ve samimi bir anlaşma yapmış olduğumuz izlenimini alıyorduk. Fakat bu anlaşmanın
gerçekleşmesi sözünden sonra, Cemal Paşa yeniden bazı önerilerde bulundu.
Bakanlar kurulu adına önerdiği konular önemli olduğu için birer birer
açıklayacağım.
1. İttihatçılıkla (İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilgili kimse.) ilişkili
bulunmamak, '
1. Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'na katılmasının doğru olmadığı ve sebep
olanların adlarını tespit etmek için bazı yayın ların yapılması ve haklarında
kovuşturma açılması ve kanuni cezalarının verilmesi,
2. Her nevi cinayet suçlularının cezadan kurtulamayacağı,
3. Seçimlerin hür bir şekilde yapılabilmesi için güvence verilmesi, bildiriliyor
ve isteniyordu.
Buna verdiğimiz cevap, söylediğimiz düşünceler şöyle idi;
Harbiye Nazırı Cemal Paşa Hazretlerine,
9 Ekim 1919 tarihli yazınıza cevap vermeden önce temsil heyetimizin sayın
bakanlar kurulu üyeleri hakkında saygı duyguları ile en iyi dileklerimi
sunduğumu ve düşüncelerini birbirine söyleme ve birbirlerine düşüncelerini
bildirme ile iki tarafın dürüstlük ve samimiyeti kendisine önder kabul ettiğine
inandığımızı arz ederim. Çeşitli araçlarla duyurulması gerekli görülen yazınız
ve açıklanan dört madde hakkında temsil heyetimizin görüşü ve düşüncesi aşağıda
belirtilmiştir:
Rum ve Ermenilerle İngilizler başta olmak üzere itilâf devletlerinin ve
bunların suçlarına alet olan düşük Ferit Paşa Kabinesi'nin, milli birliğe ve
vatan mutluluğuna yönelik her çeşit girişimi ve meşru milli faaliyeti genel
olarak ittihatçılıkla suçlamayı bir meslek edinmiş oldukları hepimizce
bilinmektedir. Girişimimizin ve milli kuruluşumuzun ittihatçılıkla hiçbir ilgisi
olmadığı, kötü düşünen kişiler dışında gerek millet ve gerek ilişkide olan
yalancılarca anlaşıldığı halde açıkladığınız kötü anlayışı tam olarak ortadan
kaldırmak umuduyla Sivas Genel Kongre'sinin birinci oturumunda konuşmalara
başlamadan önce bütün delegeler, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin canlandırılması
için çalışmayacakları konusunda açık olarak, birer birer ant içmişler ve bu ant
sureti her tarafta yayımlanmış ve ilân olunmuştur. Bundan başka, yeri geldiğinde
ve özellikle yabancılarla ilişkide bulundukça bu önemli konu ile ilgili
bildiride ve gerekli açıklamalarda bulunulmaktadır. Bununla birlikte,
önerdiğiniz gibi bu konuda yine fırsat çıktıkça, açıklama ve yayımdan geri
kalınmayacaktır. Yalnız bu konu göründüğünden başka bir biçimde ortaya çıkarsa,
durumu nedeniyle özel bir önem verilmesi gerekmektedir. Bu yönüyle, sadece
bakanlar kurulu üyeleri ile düşüncelerimizi karşılıklı söylememiz ve yüksek
heyetinizde bu konuda hâkim olan düşünceyi öğrenmek amacı ile temsil heyetimizin
buna ilişkin düşüncelerini arz etmeyi gerekli görmekteyiz.
Biz müslüman olmayan halk ile itilâf hükümetlerinin siyasi durum karşısında
gördüklerini, genel olarak ittihatçılıkla suçlamalarını doğru bulmuyoruz.
ittihatçılar içinde kötü yönetim ve yolsuzlukları ile memleketi harabeye
çevirenlerden oluşan bir küçük grup vardır ki işte millet ve bizim gözümüzde
asıl suçlu olanlar bunlardır. Yoksa ittihat ve Terakki üyesi olup tarafsızlığını
korumuş, kötülüğe âlet olmamış onurlu kişilerin bu şekilde zan altında
bırakılmaları ve özellikle her millette olduğu gibi iyiyi güzeli gerekli şekilde
ayıramamak, halkın bir kısmını zan altında tutmak doğru değildir ve bunu ülkenin
güvenliği, iç düzeni ve geleceği bakımından sakıncalı bulmaktayız. Bundan
dolayı, kabinenin, bu maddenin asıl amacının ne olduğunu açıklamasını önemle
rica ederiz.
2. ikinci madde içeriğine gelince: Bu konu, çok yönlü düşünülmesi gereken ve
çeşitli şekillerde yorumlanabilen bir husustur. Örnek olarak, kafa tutmayı bile
akla getirmektedir. Sonucunda felâket ve çok üzücü olaylara neden olan ve bu gün
için milletimizin memnuniyetsizliğine yol açan I. Dünya Savaşına katılmamış
olmak tabii ki çok daha iyi olurdu. Fakat buna maddeten imkân yoktu. Çünkü
katılmama, silâhlanmış bir tarafsızlığı, yani boğazların kapalı bulundurulmasını
gerektiriyordu. Halbuki vatanımızın coğrafi konumu, İstanbul'un stratejik
durumu, Rusların itilâf hükümetleri yanında yer almış olması, bizim seyirci
kalmamıza kesinlikle uygun değildi. Bunun yanı sıra silâhlanmış bir
tarafsızlığın devamı için paramız, silahımız, sanayiimiz, kısaca, gerekli araç
ve gerecimiz de bulunmuyordu. İtilâf devletlerinin ve özellikle İngilizlerin
para vermemesi bir yana, gemilerimize el koyarak milletin dişinden tırnağından
artırarak biriktirdiği gemi yapımına ait yedi milyon liramızı zorla
alıkoymaları, (Abdulkadir Kemali Bey: Kahrolsunlar) itilâf devletlerinin savaş
ilân etmesi, bizim savaşa katılmamızdan dört ay önce her yönüyle Osmanlı
hükümetinin zararına bir Ermenistan Cumhuriyeti kurulmasına karar verdiklerini
ilan etmiş olmaları ve hatta Bolşeviklerin yayınladığı gizli antlaşmadan da
anlaşıldığına göre, İstanbul'un Çarlık Rusyasına vadedilmiş olması, savaşa
itilâf devletlerine karşı girmemizin zorunlu olduğunu gösteren açık delillerdir.
Bir de İngiltere ve Fransa'nın kendisine İstanbul'u vermeyi tasarladıkları
Rusya dururken, Balkan Savaşı uğursuzluğundan sonra milli varlığımız ve askeri
değerimize dayanmadan, milletimizi kendilerine katılmış saysak bile, halkımızın
bunu arzuladığını düşünmek doğru olamaz. Savaşa girmemizi bir hainlik olarak
nitelemek ve koca, bir milleti dört beş kişinin oyuncağı durumuna düşürmek,
düşüncemize göre yarar sağlamak şöyle dursun,, tam tersine düşük Ferit Paşa'nın
Paris'te sakat bir düşünce ile vermiş olduğu Avrupa' dan merhamet dilenen
demecine karşılık Clemenseau'nun cevabı olan hakaret dolu sözlerin, Tanrı
korusun, bir kere daha duyulmasına neden olabilir. Bundan dolayı, mert bir
biçimde gerçeği söylemek ve kahramanca savaşan bu koca. milletin yenik
düşmesinin zorunlu sonuçlarına katlanmakla birlikte, bu olayın cinayet olarak
kabul edilmemesi ve bu yüzden ceza verilmesinin düşünülmemesi kusursuz ve
yararlı bir prensip olarak kabul edilebilir. (Bravo sesleri ve alkışlar)
Savaşa sebep olanlar hakkındaki konuya gelince; Savaş ilanı sorumluluğu olmayan
yüce padişahın yetkisi olduğuna ve o zamanki bakanlar kurulunun savaş ilânından
dört ay sonra toplanan Millet Meclisi'ne yaptığı açıklamalar üzerine alkışlarla
Meclisin güvenini sağladığına göre, olay Yüce Divan'ın incelemesinden geçmeden,
olur olmaz şu veya bunun aleyhine suçlamalarda bulunmak doğru olmayabilir.
3. Savaş sırasındaki kötü yönetimlerin açığa çıkarılıp cezalandırılması,
vatanımızda sorumluluğun büyük ve küçük her kişiye dağıtılması ve kanun
uygulamalarının tarafsız ve yüce adalete uygun olarak yürütülmesini sağlamak en
büyük dileğimizdir. Fakat biz bunun, birçok tartışmalara neden olan kâğıt
üzerinde, reklam şeklinde yayımlanmasından çok, fiilen uygulama ile yabancı
dostlarımıza gösterilmesini uygun ve yararlı görüyoruz.
4. Seçim hakkındaki görüşlerinizi bildiri ile yayımladık ve ilân ettik. Bu
hususta akla gelebilecek başka sorularınız varsa, emirlerinizin bildirilmesini
rica ederiz.
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsil Heyeti adına;
MUSTAFA KEMAL
Efendim! Ali Rıza Paşa kabinesi ile aranızdaki önemli yazışmalar burada son
buluyor. Fakat bu son günde kabine, heyetimiz ile yakından görüşmek ve
ayrıntılar üzerinde anlaşmak için Bahriye Nazırı (Deniz İşleri Bakanı) Salih
Paşa'nın bizimle konuşmasını uygun görmüştür. Amasya'da kendisi ile görüştük.
Salih Paşa hazretleri ile hemen hemen üç gün üç gece devam eden konuşmamız
sırasında az önce açıkladığım kongrelerin kabul ettiği prensipler ve kuruluş
tüzüğünün önemli maddeleri birer birer okundu, tartışıldı ve tam anlamı ile
anlaşma sağladık. Görüşmelerimizde tutanak tutuluyordu ve bu tutanak Salih Paşa
hazretleri ile kongre adına kendileriyle görüşen heyet tarafından imzalanmış ve
uygunluk belirtilmiştir. Bunu aynen okumayacağım. Arz ettiğim konulardan
oluşmaktadır. Bildiğiniz bu maddeler için yalnız Milli Meclisin onayı
gerekmektedir. Bu görüşmelerin ayrıntılarına girmeyeceğim. Yalnız Salih Paşa
hazretlerinin imza koydukları tutanakta bizim prensiplerimizde yer almayan bir
durum kayıtlıdır. Oraya dikkatinizi çekmek istiyorum.
Efendiler,
Bu konu, Milli Meclisin kurulma yeri ve toplanma sorunu idi. Genel durumumuz,
İstanbul'un özel durumu görüşüldü ve tartışıldı. O fıkrayı aynen okuyacağım.
Bundan sonra Sivas Kongresi'nin 4 Eylül 1919 tarihli kararlarının kuruluş kısmı
ile ilgili on birinci maddede yer alan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetinin durumu ile ileriye yönelik şekil ve faaliyetleri konusu görüşüldü.
Bu maddede, milli iradeyi egemen kılacak olan Milli Meclisin güvenlik ve
bağımsızlık içinde yönetim ve denetim görevini üstlenmesinden ve bu görevin
Milli Meclisce onaylanmasından sonra derneğin durumunun kongre kararı ile tespit
edileceği açıkça belirtildi. Burada açıklanan kongrenin, şimdiye kadar yapılan
Erzurum ve Sivas Kongreleri gibi dışarıda ayrı bir kongre sayılması gerekli
değildir. Derneğin programını onaylayan Milli Meclise, dernek tüzüğünde açıkça
belirtilmiş olan delegelerin de katılmasıyla yapacakları özel toplantı kongre
yerine geçebilir.
Milli Meclisin İstanbul'da tamamen güvenlik içinde ve bağımsız olarak görev
yapabilmesi gereklidir. Bu günkü şartlara göre bunun ne dereceye kadar
sağlanabileceği ayrıntılarıyla düşünüldü. İstanbul'un yabancıların işgali
altında bulunması nedeniyle milletvekillerinin yasama görevlerini gerekli
şekilde yapmalarına pek uygun olamayacağı görüşü ortaya çıktı. Yetmiş seferinde
Fransızların Liyon'da ve daha sonra Almanların Weimar'da yaptıkları gibi barış
sağlanıncaya kadar geçici olarak Milli Meclisin Anadolu'da, yüce hükümetin uygun
göreceği güvenilir bir yerde toplanması uygun görüldü. Milli Meclisin
toplanmasından sonra, güvenliği ve korunması konusu ortaya çıkacağından bunun
tam olarak sağlanması gereği ile, dernek temsil kurul'unun kaldırılması ve
kurulmuş olan kurumun çalışma hedefi, yukarıda açıklandığı gibi, kongre
makamının yerine geçecek özel toplantıda kararlaştırılacaktır.
Milletvekili seçimlerinin özgürce yapılalıilmesi gereği, yüce hükümetce emir
buyurulmuş olduğundan seçimlerin yapılmasında dernek temsıl heyetinin en küçük
bir etki veya baskısı bulunmamaktadır.
Efendim, Salih Paşa Hazretleri tutanağa imza attıktan sonra bu konuda Milli
Meclisin toplantısına İstanbul'dan başka bir yerde olması konusunu bazı
bakanların uygun bulacaklarından emin olmadıklarını; bununla birlikte bakanlar
kurulu adına buraya geldiklerini ve kabine adına bizimle görüştüklerini, onların
uygun şekilde davranacaklarını umduklarını söylediler. Ancak kendilerinin
vicdan, akıl ve düşünce yönünden buna inandıklarını ve bu vicdani düşüncelerini,
bütün bakanlar kurulu üyelerine ve yüce padişaha anlatmaya gayret edeceklerini,
eğer bunu kabul ettiremezlerse ve bu gerçek karşısında da hükümet Milli Meclisin
İstanbul'da toplanmasını emrederse, bu konunun kendileri için bir onur meselesi
olacağından görevlerinden ayrılmak zorunda kalacaklarını söylediler. Fakat
zannederim, kendileri görevlerinden ayrılmamışlardır. Salih Paşanın tahmin
ettiği gibi, kendilerinin İstanbul'a dönüşlerinden sonra bu kez de Harbiye
Nazırı Cemal Paşa tarafından yine kabine adına gelen hir telgrafta olay yeniden
konu oldu. Çok önemli bulduğum için telgrafı aynen okuyacağım:
Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine sunulacaktır.
Bahriye Nazırı Salih Paşa Hazretleri ile Amasya'da yapmış olduğunuz görüşmelerin
iyi bir sonuca ulaşması Bakunlar Kurulu üyelerince memnunlukla karşılandı.
Yalnız, Meclisin hilâfet ve saltanat başkentinden başka bir yerde toplanması son
derecede önemli ve tehlikeli görüldüğünden bu konudaki görüşümüz aşağıda arz
olunur:
İlk olarak Meclis-i Mebusan'ın İstanbul'da toplanmaınası için gösterilen
sebep, başkentte yabancı devletlerin kara ve deniz kuvvetlerinin bulunması
nedeniyle görüşmelerin özgürce yapılmasının sağlanamayacağı ve bazı
milletvekillerin oylarına bile saldırılmasının mümkün olduğu görüşüdür.
(Gülmeler) - ... Bu, bizim görüşümüzdür Bununla birlikte, İtilâf devletlerinin
tümü, meşrutiyet (Hükümdarla yönetilen bir ülkede hükümdarın başkanlığı altında
parlamento yönetimine dayanan hükümet şekli.) ile yönetildikleri için, Milli
Meclislerin her türlü saldırıdan korunmasının önemi yanı sıra, böyle bir
uygulamanın medeni dünyada ne derece kötü etki yapacağı gerçeği de kendilerince
bilinmektedir. Bu nedenle Meclis-i Mebusanın görüşme güvenliğinin bozulması
mümkün değildir. İtilâf devletleri tarafından kendilerine karşı davranış
yapılması beklenebilecek kişilerin sayılarının aslında pek az olması nedeniyle,
bu kişilerin millet ve devlet güvenliği için bir özveri daha göstererek
milletvekilliğinden istifa etmeleri, bu engeli de ortadan kaldırabilir. Böyle
bir durumun gerçekleştirilmesini, haklı olarak cömert ve saygıdeğer
kişiliğinizden beklemekteyiz.
İkinci olarak, bu buhranlı ortamda devlet büyükleri ile halkımızın birbirleri
ile olan ilişkiyi sürdürmeleri ve görüş birliği içinde tek bir vücut olarak,
yaşamakta bulunduğumuz tehlikeli durumdan var gücümüzle vatanımızı kurtarmak
için çalışmaları gerekmektedir. Meclis-i Mebusan'ın taşrada toplanması
durumunda, bir kısım bakanlık ve hükümet dairelerinin de oraya taşınması
gerekeceğinden, bunun güç ve imkânsız yönleri bulunmasının yanı sıra, hükümetin
taşınması yolunda bir başlangıç olarak düşünülebileceğini de bildirmeyi gereksiz
görüyorum. Bakanlar ile milletvekilleri birbirleriyle ilişkiyi devamlı olarak
sürdürmek zorınluluğunda bulunanlarından bakanların İstanbul'da,
milletvekillerinin taşrada bulunması mümkün değildir. Hatta toplantı yeri olarak
İstanbul'a en yakın olan Bursa bile seçilse, ulaşım durumuna bakarak düzenli ve
zamanında gidip gelmek, yazıları ve belgeleri getirip götürmek mümkün
görülmemektedir. Özellikle Sadrazam Paşa Hazretleri ile içişleri ve dışişleri
bakanlarının Meclis ile devamlı ilişkilerini sürdürmeleri ve İstatanbul'dan da
ayrılmamaları gerektiğinden bu iki zorunlu durumun bağdaştırılması mümkün
değildir.
Üçüncü olarak, Meclis-i Mebusanın taşrada toplanması İstanbul'dan başka bir
merkezin daha kurulması anlamını taşımasının yanı sıra, İstanbul'un geleceği
henüz aydınlanmadığından, daima gözleme fırsatı bulan düşmanın ve özellikle
Venizelos ve buna benzer kişilerin zararlı propagandalar yapması için de gerekçe
oluşturur. İstanbul diğer devletlerin başkentleri gibi değildir. Yalnız
Osmanlıların başkenti olmayıp yüz milyonlarca islâmın sevgisini belirttiği ve
darda kalınca, başvurduğu yer olduğundan, her ne şekilde olursa olsun başlı
başına hükümet merkezi olmak onurunu kaybetmesi durumunda asırlık Osmanlı
saltanatının Avrupa'dan kaldırılarak bir Asya beyliği haline dönüştürülmesi ile
kindarlara ve düşmanlara yeni bir silâh verilmiş olur. Bunu önlemek için, bütün
ülke kuvvetlerinin İstanbul'da toplanması özellikle bu an için zorunlu
görülmektedir.
Dördüncü olarak, bazı siyasi partiler ile Müslüman olmayan unsurların
seçilmesinin tarafsızca yapılamayacağı düşünülerek seçim lere girip girmemekte
hâlâ kararsız durumda iken, Meclisin Anadolu'da toplanması, Meclisi Mebusanın
sadece milli kuruluş mensuplarına kalacağı fikrini kuvvetlendirir. Bu nedenle,
onlar seçimlere katılsalar bile milletvekillerinin bir kısmının Anadolu'ya
gitmekten kaçınmaları ve İstanbul'da toplanma isteklerini bildirmeleri de akla
gelebilecek bir konudur. Böylece Meclis-i Mebusan'ın ikiye ayrılarak, her
ikisinin de çoğunluk sağlayamadığı duruma gelinir ve alınan kararların gerçek ve
güvenilir olmaması üzücü sonucu ortaya çıkar. Genel ve özel durumumuzu devamlı
olarak inceden inceye araştırma altında tutan ve Türklerin kendilerini yönetmeye
ve zor zamanlarda bile anlaşma yapmaya gücü yoktur konusundaki düşünceleri için
delil aramakta olan düşmanlara kullanılacak bir koz verilmiş olur. Zaten
konferans önüne çıkmamız ve orada iyi bir şekilde kabul görmemiz, bütün milletin
el ele, bir arada olması ve hükümetin de böyle bütünleşmiş bir topluluğa
dayanmasının uygun olacağı açıklama istemeyen bir konudur.
Meclisin Anadolu'da toplanacağı söylentisi şimdiden birtakım dedikoducular ve
yabancılar tarafından çeşitli şekilde yorumlara yol açmıştır. Bunun çok
tehlikeli sonuçlara ulaşabileceği konusuna önemle dikkatinizi çekerim.
Harbiye Nazırı CEMAL
İşte efendiler, Ali Rıza Paşa Hükümeti'nin Milli Meclisin İstanbul'da
toplanması gerekliliğine ilişkin öne sürdüğü gerekçe ve düşünceler bunlardır.
İşte bu görüş, şahıslarına bile saldırı yapıldığı fikridir ve bizim bütün bu
düşüncelere karşı cevap olarak bildirdiğimiz görüşler de şunlardır:
Bu gün, yüce saltanat başkentinde Milli Meclisin toplanması fikrini uygun
görmeyenler, genellikle birbirine benzer düşünceler ortaya koymuşlardır. Bizim
bunlara 29 Ekim 1919 tarihinde verdiğimiz cevap şöyledir:
Sivas 29 Ekim 1919
Harbiye Nazırı Cemal Paşa Hazretlerine,
C. 27 ve 28 Ekim 1919 tarihli ve (300, 301) numaralı şifrelere.
Bu gün yüce saltanat başkenti ve islâm dininin hilâfet merkezi olan İstanbul,
düşman donanmasının topları ve kuvvetlerinin işgali altında, düşman polis ve
jandarmasının sorumluluğunda ve eli altında bulunuyor. Basın, itilâf devletleri
tarafından denetim altında, kişisel hukuk ve sosyal durumumuz bunların baskısı
altında, sayın kabine üyelerine varıncaya kadar giren ve çıkan herkes yabancılar
tarafından inceleme ve denetim altında bulunmaktadır. Tam anlamı ile saltanat
başkenti ve hilâfetimiz kuşatma altında olup bağımsızlığımız burada manen ve
fiilen yürürlükte değildir. Buna, bir de Rum ve Ermenilerin hükümeti
tanımamalarını ve itilâf devletlerine dayanarak bir çeşit ayaklanma durumunda
bulunmalarını ve birtakım bozguncu kuruluşların yaptıklarını da eklersek,
başkentimizin içinde bulunduğu üzücü ve korkunç durumu tam anlamı ile açıklamış
oluruz.
Bundan dolayı, bütün bu haksız uygulamalar ve bunların ayrıntıları ile
bildirilmesi ve açıklanması sonucunda Avrupa'dan, kamu oyundan, hak ve adalet
isteyecek ve kazanılmasını sağlayacak olan Milli Meclisin İstanbul'da görev
yapmasına bizce imkân bulunmamaktadır.
İtilâf devletlerinin meşrutiyet ile yönetilen birer hükümet olduğu bundan dolayı
Milli Meclisimiz, zararına girişimlerde bulunmayaca,kları konusundaki görüşünüzü
bir iyiniyet örneği olarak düşünmek zorundayız. (Alkışlar) Ancak Avrupa
devletleri, milletimizi meşrutiyeti ve hürriyeti sağlayabilmiş olgun bir millet
olarak kabul etmiş ve düşünmüş bulunsalardı, bu görüş doğru olabilirdi. Aslında
durum, tamamen bir iyiniyetin tersine gerçekleşmiş ve gerçekleşmektedir.
İmzalamış oldukları ateşkes antlaşması hükümlerine aykırı tutumları ve hükümetin
yargı hakkına saldırıları, bizi insan olarak düşünmediklerine ve verdikleri söze
uymamayı, bize karşı dürüst olmayan bir davranış olarak kabul etmediklerine bir
delildir.
Birkaç kişinin şahıslarına karşı olabileceği düşünülen işlemlerin nedeni, bu
kişilerin Devlet ve milletin ve saltanat makamı ile hilâfetin bağımsızlığı ve
bütünlüğü uğrundaki uğraşı ve çalışmaları ise, bunlardan başka aynı ruh ve
düşüncede bulunan diğer kişilerin de saldırı hedefi olmayacağını kestirmek ve
güven vermek kesinlikle mümkün olamaz. Bundan dolayı bu durum bütün Milli
Meclise karşı da gerçekleşebilir.
Aslında yukarıda ayrıntılarıyla anlattığımız gibi, İstanbul işgal altındadır
ve tehlike fiilen mevcuttur. Milli Meclisin ise kesinlikle güvenlik içinde
bulunması önşarttır va önemlidir. Bu nedenle taşrada tam güvenlik içinde bulunan
bir yerde toplanılması kesin olarak zorunlu görülmektedir.
Meclisin tolanması ve barışa kadar geçici olarak taşrada toplantılarını
sürdürmesi durumunda, açıkladığınız gibi bakanların bazılarının ara sıra veya
sürekli olarak İstanbul'dan ayrılmaları gerekmez. Bazı bakanların gidip
gelmeleri veya yetkili bırakmaları kesinlikle hükümet merkezinin taşınması
anlamına gelmez. Bundan başka, Milli Meclisin taşrada toplanması kesin bir
zorunluluğa dayandığından, İstanbul'dan başka bir merkez daha kurulması anlamına
da gelmemesi gerekir. özellikle geleceği şüpheli olan İstanbul yerine geleceği
bilinen ve güvenliği tam olan bir yerden kurtarma çalışmalarının yapılması amaca
daha uygur olur. Venizelos'un Atina'yı emin bulmadığı için bakanlar kurulunu
bile Selânik'te oluşturması ve kurması sonucu Yunan başkentini tehlikede
bırakmak yerine kurtardığı, bazı olaylarla ispatlanmıştır. Ferit Paşa'nın
Sadrazam ve Dışişleri Bakanı iken Avrupa'da aylarca kalması hükümet tarafından
sakıncalı görülmediğine göre, bu derecede önemli biı durumda hükümet üyelerinin
gerektiğinde Milli Meclisin bulunacağı yere gelip gitmelerinde hiçbir engel
olmayacağı açıktır. Bu toplantının İstanbul dışında olmasından dolayı, Venizelos
ve buna benzer düşmanların propagandada bulunacakları pek tabii görülmektedir.
Çünkü bu toplantının kendi zararlarına olacağını şimdiden kestirmekte oldukları
şüphesizdir. Salih Paşa hazretleri ile bu konuda görüşeli iki gün olduğu halde,
haberin memleket içinde anlaşılmasından önce yabancı yerlere ulaşmış olduğu
anlaşılıyor. Aynı görüşten hareket ederek, bunun da pek tabii olduğu
söylenilebilir. Her halde yabancıların, milletimizin düşüncelerini anlamak
konusunda, inceden inceye araştırma yapmakta oldukları kesindir. Meşruiyetini ve
hukukunu anlamış olan hiçbir milletin, düşman içinde, düşman baskısı altında
kendi hukukunu korumak üzere toplanmak isteyeceğini kabul etmek doğru olamaz. Bu
gün İstanbul'da toplanmayı istemek bütün ülke kuvvetlerini burada bir araya
getirmek, bu kuvvetleri kıpırdayamaz hale sokmak, sonuçta intiharı amaçlamak
demektir.
Bundan başka, Milli Meclisin bu durum altında başkentte toplanması, milletin
İstanbul'un işgal altında bulunmasını ve bunu gerçekleştirmiş olanların
haksızlıklarını aynen kabul etmesi demektir. Bununla birlikte, Anadolu'da
toplanması aynı zamanda başkentin üzücü durumunun dünyaya karşı açıkça ve eyleme
dönüştürülerek kınanması yararını sağlar.
Yüce Halifenin İstanbul'da bulunmaları göz önüne alınsa Meclisin taşrada
bulunması nedeniyle hilâfet makamı için islam dünyasının gözünde bir değişiklik
ve ters tepki olamaz. Çünkü Milli Meclis milletimizi temsil eden kuruluştur.
Hatta açılış için yüce padişahın bir vekil yollamaları da mümkündür. Hem bu
şekilde islâm dünyası Milli Meclisin hilâfet merkezinde toplanmaya cesaret
bulama dığını görerek bu kutsal makamın düşman tehlikesi altında bulunduğunu
hissedecektir ki, bunun yararı açıktır.
Müslüman olmayan unsurlara gelince, bunlar daha Tevfik Paşa kabinesi
zamanında seçimlere katılmayacaklarını ilân etmişlerdi. Bunların katılmamaları
kendi zararlarından başka bir sonuç doğurmaz. İnşallah, vatan ve millet
bağımsızlığını kazanınca ister istemez aynı , haklara sahip Osmanlı vatandaşı
olarak oturmaya mecburdurlar.
Siyasi partilerimizden bazılarının Anadolu'yu istememeleri tabii olarak
milli kuvvetlerin etkisi altında kalmak korkusundan olacaktır. Halbuki milletin
asıl büyük çoğunluğunu temsil eden milliyetçi milletvekilleri de İngilizlerin
etki ve baskısı tehlikesi nedeniyle İstanbul'u istemeyeceklerdir. İstanbul'un
çıkaracağı belirli sayıdaki milletvekillerinin önemli bir kısmı, hiç şüphesiz
milletle beraber olacağına göre taşraya geleceklerdir. Hatta hiç gelmeyeceğini
düşünsek ve meclisin ikiye ayrıldığını kabul etsek bile oy çoğunluğunun
İstanbul'a mı, yoksa taşraya mı ait bulunacağını tabii şimdiden kestirmek
mümkündür. Aslında bu gibi şüphe ve kararsızlığa düşecek milletvekillerinin
vatan ve millet uğruna istifa ederek özveri gösterecekleri umulmalı ve
beklenmelidir. Aydın kesiminde seçimlerle ile ilgili olarak yapıldığı bildirilen
yakınmalar Yunan işgali altındaki yörelerde yapılıyor ise, bunun Rumlar
tarafından düzenlendiğinden hiç kuşkumuz yoktur ve bu, çok doğal görülmektedir.
Haksız işgal olunan bu sevgili ilimizin Milli Meclise milletvekili
gönderebilmesi özel dileğimizdir. Böylece, millet fiilen işgali tanımadığını ve
bu zengin topraklardan ayrılmaya asla razı olmadığını dünyaya ispat etmiş
olacaktır. Buna hükümetin de resmen destek olması İzmir, Adana, Musul illeri ile
Maraş, Antep, Urfa sancaklarına resmen seçim için kesin emirler vermesini siyasi
durunun gereği olarak görüyoruz. Kurulumuzun verdiği sözü tutan kişilerden
oluştuğuna güven duymanızı özellikle rica ederiz. Daha anlaşma yapıldığı gün,
bunu bütün benliğimiz ile destekleyeceğimizi ve yardım edeceğimizi arz ederek
söz vermiş, durumu bütün milletimize bildirmiştik. Aradan yirmi beş gün geçti.
Bu süre sırasında bütün çalışma ve davranışlarımızla hükümet görevlerini
kolaylaştırmaya, hükümet kuvvetlerini yüceltmeye çalışıyoruz. Buna karşılık
kabinenin hâlâ özel tasarımızdan kuşku duyması ve uygulamalar için adım atmamış
bulunması, üzüntülerimize sebep olmaktadır.
Milli kuruluşumuzun amacının kanunlara uygunluğunu kabul ederek, gereğine
uyularak yönetilmesini üstlenen hükümetin, kuruluşumuzu lağvedeceğini ve
tüzüğünde açıkça belirtilen temsil heyetimizin şimdiki çalışma düzeninin
değiştirilmesini isteyeceğini tabii ki aklımızdan geçirmiyoruz. Bu durumda nasıl
direnme ve yardım istenebilir? Bu kanunun açıklığa kavuşturulmasını rica ederiz.
Tam tersine, Temsil Heyeti, Ferit Paşa Kabinesi'nin yapmış olduğu haksızlıkların
düzeltilmesi konusunun halâ ele alınmadığını görmekle üzgün bulunmaktadır. Milli
Meclis konusunda Temsil Heyetimizin görüşünü yukarıda belirtmiş bulunuyoruz.
Bununla birlikte, tutumumuzu milletin kamu oyu üzerine dayandırmak bizlerce
genel kural olduğundan; bütün il merkezleri heyetlerinin bu konudaki görüşü de
ayrıca sorulmuştur. Sonuca göre davranacağımız tabiidir, efendim.
Temsil Heyeti adına
MUSTAFA KEMAL
Bizim bütün bu düşüncelere karşı cevap olarak bildirdiğinin görüşler
şunlardır: Bu gün yüce saltanat başkenti ve Milli Meclisin İstanbul'da
toplanması fikrini kabul etmeyenler de hemen hemen genellikle aynı noktaya
dayanarak düşüncelerini bildirmişlerdir. Bundan sonra Rıza Paşa kabinesi
görüşünde ısrar etti. Bu düşünce o zaman yalnız bizim heyetimizin görüşü idi. Bu
konu, kesin olarak kabul edilmiş bir karar şeklinde değildi. Onun için çeşitli
araçlarla bütün milletin düşünce ve eğilimini anlamaya çalışıyordum. Burada
olduğu gibi durumu açıkça belirterek sorduk: " Toplanma yeri neresi olmalı? "
Gelen cevaplarda her yörede özel olarak durum anlaşılmıştı. Gerçekten
İstanbul'da toplanmanın büyük bir felâket getireceği herkes tarafından açıkça
söylermişti. Ancak ortada bir konu vardı, o da hükümet kanadının bunu uygun
bulmaması. Milli Meclisin, Milli Meclis olarak Anadolu'da daha güvenceli bir
yerde toplanabilmesi, tabii ki, hükümetin uygun görüşü ile durum'un yüce
padişaha arzına ve böylece alınacak yüce emre bağlı bulunuyordu. Milletvekilleri
dışarıda toplanır, Ayan oraya gelir ve Milli Meclis olarak bir araya gelir. İşte
bu olmadıkça Milli Meclisin, Milli Meclis olarak toplanmasına maddeten imkân
kalmamıştır. Bu konu bizim için son derecede önemli olduğu için arz ettiğim gibi
halkın düşüncelerini öğrenmekle birlikte, Sivas'ta yetki sahibi bazı kişilerle,
üzellikle bütün komutanların katılmasıyla olağanüstü bir toplantı yaptık. Ayın
sonuca vardık. Bu sonuca göre bir Şer vardı. 0 da milletvekillerinin tümünün
aynı kanı ile durumu tehlikeli görüp kendiliğinden dışarda bir yerde
toplanmaları ! Tabii ki bu topluluk Milli Meclis olamazdı. Belki bir millet
meclisi olurdu. O nitelikte olmamakla birlikte, boyle basit bir kongre halinde
toplanmış olsa bile yapabileceği görevden daha büyük görevi yapmış olacaktı.
Benim düşünceme göre milletvekilleri İstanbul'a gitmeselerdi, Meclisi
Mebusan orada toplanmasaydı, dışarıda güvenceli bir yerde toplanıp orada bütün
ülkeyi, bütün milletin başkentinin geleceğini konuşmuş olsaydı, İstanbul işgal
olunamazdı.
İstanbul'un işgaline tek neden hükümetin birtakım saçma ve köksüz görüşlere
saparak zaaf göstermiş olmasından kaynaklanmaktadır. Milli Meclisin dışarıda
toplanması gerekliliği ve zorunluluğunu anlatmak konusunda da başarılı
olamadıktan sonra artık görüşlerimizi bildirmekten vazgeçtik. Yalnız yine birçok
felaketlerin ortaya çıkacağına olan inancımız sürdüğünden bazı önlemler alarak
vatan görevimizi gerçekleştirmeye çalıştık. Önerilerimiz hepinizce
bilinmektedir. Hiç olmazsa milletvekilleri İstanbul'un o zehirleyici çevresine,
havasına girmeden önce dışta birbirleriyle görüşsünler, tanışsınlar ve
birbirlerine düşüncelerini söyleyerek aydınlatsınlar. İşte biliyorsunuz, bu
amaçla Erzurum'da, Trabzon'da, Samsun'da, kısacası çeşitli merkezlerde, bölge
bölge, milletvekillerinin toplanmasını çok rica ettik.
İstanbul'a gidecek milletvekillerinden de mümkünse düşüncelerimizi
karşılıklı söylemek üzere Ankara'ya gelmelerini istedik. Bu önerilerimizin hem
birincisi ve hem de ikincisi kısmen oldu, buraya gelen saygın milletvekilleriyle
karşılıklı düşüncelerimizi anlattık, bütün tehlikeli olabilecek durumlar
konuşuldu ve geleceğe ait bazı önlemler de düşünüldü. Hatırladığıma göre her
şeyden önce Meclis-i Mebusanda bir grup kurmak gerektiği şart olarak düşünüldü.
Çünkü milletvekillerinin genel kurulu dayanışma içinde bulunmazsa hiçbir amacın
savunulması ve korunmasına imkân kalmazdı. Yine burada görüldüğü gibi, kurulması
düşünülen grup bütün anlamı ve görünümüyle Kuvay-i Milliye'ye dayanacaktır.
Bütün dünya da bunu bilecektir. Milletin gücüne dayanmayan milletvekilleri
hiçbir kimsenin gözünde güvenilir kişiler olamaz. (Sürekli alkışlar) .
Burada toplantıya katılan arkadaşlarımız bu gereği tümüyle kabul etmişler ve bu
fikirle İstanbul'a gitmişlerdir. Fakat uzaktan gördüğümüze göre bu kararda
kesinlikle direnmemişlerdir. Direnmeyişlerinin nedeni de arz ettiğim gibi
görünüşte Kuvay-i Milliye ile ilişkili kabul edilmelerindendir. Her iki tarafa
yönelmiş bir cephe nasıl olur?
Efendiler, yurt dışında bu milletvekillerinin milli teşkilât ile yeterince
ilgili bulunmadıkları kararına varıldı. Bu durumda ya milli teşkilât yoktur ya
da zayıftır. Milli teşkilât varsa, ya korkulacak bir şey değildir ya da bu
milletvekilleri ile onun ilgisi yoktur. Bu nedenle her iki durumda da bir
güçsüzlük gözlenmiş oldu. Kuvay-i Milliye de önemsenmedi işte düşmanlarımız
bundan son derecede cesaret aldılar. Artık Kuvay-i Milliyeden ve Meclis-i
Mebusanı oluşturan sayın kuruldan korkuları kalmadı. Efendim, son bir bölüm daha
var izin verir misiniz ?
Sayın arkadaşlarımız, İngilizlerin varlığımızı yok etmek için uyguladıkları
gizli ve kirli sonsuz yöntemleri bulunduğunu: hepiniz bilirsiniz. işte bu
söylediklerimizle ilgili olarak İngilizler, İstanbul'da yasama organımıza
saldırı hazırlığı olmak üzere daha önce, bakanlar kuruluna saldırıya geçmeyi
tasarlamışlardı. Bu davranışın en açık delili Harbiye Nazırı olan Cemal Paşa ile
Genelkurmay Başkanı olan Cevat Paşay'a karşı yaptıkları saldırı idi. Hepinizin
bildiği gibi, İngilizler bu iki kişinin milletin, yararına uygun olan çalışma ve
davranışlarının kendi yararlarına uygun olmadığını görerek bunları düşürmek
istediler. Ve aynı istekle yüce Osmanlı devletinin hükümetine de bir darbe
vurmayı amaçlayarak Ali Rıza Paşa Kabinesi, uzun bir kararsızlık devresinden
sonra nihayet İngilizlerin isteğini yerine getirmeye yöneldi ve sonuç olarak
Cemal Paşa, Cevat Paşa görevlerinden alındılar. O zaman gönül isterdi ki, Ali
Rıza Paşa hazretleri ortaya çıkan bu yabancı saldırıya karşı bütünüyle hükümeti
ayağa kaldırsın, tepki gösterip olay yaratsın. Oysa her zaman olduğu gibi,
kabinemiz kuruntuya düşme ve işi idare etme politikasına daha çok önem verdi ve
düşmanın arzusunu yerine getirerek olayı kapattı. Bunun ardından İngilizler
görünüşte tatlı, kamu oyunun gönlünü alacak bir genelge sundular. İngiliz siyasi
temsilcisi, İngiliz Dışişleri Bakanlığı adına hükümetimize bir nota verdi.
Notada şöyle deniliyordu: önce, itilâf devletlerine karşı başlatılmış olan ve
Yunanlıları da içeren eylemleri durdurunuz. lkinci olarak, Türkiye'de Ermenilere
karşı yapılan soykırımdan vazgeçiniz. işte bu iki önerimizi yerine getirmeniz
durumunda İstanbul size bırakılacaktır. Bu iki istek dikkate alınmazsa, barış
şartları kötü biçimde etkilenmiş olacaktır.
Efendiler, bu, tabii ki çok haince ve samimiyetten uzak bir istek idi. Çünkü
her iki öneride de, gerçekte yeri olmayan konular üzerinde duruluyordu.
Birincisi Yunanlıların da içinde bulunduğu İtilâf hükümetlerine karşı eylemde
Bulunmamak, saldırıya geçmemek önerisi. Zaten böyle bir şey olmadı. Gerçi Yunan
cephesinde, İzmir cephesinde, silâh ve mevzilenmiş birtakım kuvvetler, milli
kuvvetler vardı, fakat bu, devlet kuvveti, hükümet kuvveti, ordu kuvveti
değildi. Bu, Yunanlıların, ateşkes hükümlerine uymayan davranışları ve insanlığa
karşı dünyada eşine rastlanmayacak biçimde zulmederek, facialar yaratmalarına
karşın devletin koruyuculuğundan yoksun olan milletimizin kendi namusunu,
onurunu korumak ve kollamak için silâha sarılmak zorunluluğundan
kaynaklanıyordu. İtilâf devletleri bu masum islâm halkının korunmasından söz
etmemişlerdi. Sadece onlara saldıran kuvvetin önüne set çekilmemesi
gerektiğinden söz edilmişti. Diğer yörelerde bile itilaf devletlerine hiçbir
saldırı yapılamamıştı. Bu nedenle, sözkonusu isteğin asıl içyüzü düşünüldüğünde
bunun gerçekten uzak olduğu görülür. iktidardaki hükümet, doğal olarak buna
cevap verebilecek kuvvete, kudrete ve yetkiye sahip bulunuyordu. Bu olayın tek
ve en kesin çözümü, itilâf devletleri tarafından Yunanlılara, islâm hayatına ve
milletin şeref ve namusuna saldırıda bulunmamalarının önerilmiş olması idi.
İkinci istek ise, ülke içinde soykırım yapılmaması ile ilgiliydi. Ermenilere
karşı böyle bir tutum yoktu ve olay doğru değildi. Ülkemiz gerçeklerini hepimiz
biliyoruz. Hangi yörede Ermenilere karşı soykırım yapılmıştır veya
yapılmaktadır? Genel savaşın başlangıcından söz etmek istemiyorum. Aslında,
itilâf devletlerinin de bahsettikleri doğal olarak geçmişe ait durumlar
değildir. Bu gün ülkemizde faciaların yaşandığı savunularak, bundan vazgeçmemiz
isteniyordu. Kuşkusuz Ali Rıza Paşa Kabinesi bu önerilere cevap ermiştir. Ancak
yine Ali Rıza Paşa Kabinesi'nden olan bakanlar kendi üyelerine, kendi
memurlarına, kendilerine bağlı olanlara İngilizlerin umut verici güzel sözlerini
önsöz yaparak bu iki isteği aktarmış ve sonuç olarak yapılması istenmeyen
davranışlardan vazgeçilmesini bir genelge ile duyurmuşlardı. Bu işlem, hiç
şüphesiz kötü niyetle yapılmış değildir. Fakat sorun, olayın anlatım şeklini
bilememekten kaynaklanmıştır. Tabii ki, hükümet yetkililerinin yayımladığı bu
genelgeler, düşmanlarca öğrenilmiştir. Bunların yayımlanması kesinlikle isteğin
gerçek olduğunu kabul etmek değildi. isteklerine bu kadar uygun davranılmasından
da İngilizler yeterince tatmin olmadılar.
Bundan kısa bir süre sonra, Ali Rıza Paşa kabinesine Yunanlılar karşısında
bulunan kuvvetlerin geriye çekilmesi önerisi yapılmıştır. Hepimizin bildiği
gibi, milli hattına çekilmek konusu Ali Rıza Paşa, böyle bir öneriyi
gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir konu olarak gördüğü için ve belki başka
nedenlere de bağlı olarak, bu baskıyı gerekçe göstererek görevinden ayrıldı
istifa etti.
Ali Rıza Paşa Kabinesi 23 Mart 1920 günü istifasını verdi. Böylece, kabineye oy
birliğine yakın bir çoğunlukla, güven oyu vermiş olan Meclis-i Mebusanın,
bağımsızlıkla ilgili çalışmalarını yürütme kudretini kaldırmak ve milli
istekleri gerçekleştirme yeri olan Milli Meclisi, herhangi bir şekilde barış
üzerinde etkili olamayacak bir şekle dönüştürmek amacı açık olarak
anlaşılıyordu. Bundan dolayı bütün millet bu durum karşısında,
milletvekillerinin güvenine sahip olan Ali Rıza Paşa Kabinesinin istifasını
ölçülü bir şiddetle ve ülkemizde pek az görülen bir birlik ve coşku ile protesto
etti. Padişahlık makamına ve Meclis-i Mebusan'a, Anadolu'nun en uzak
köşelerinden protesto telgrafları çekildi. Düşmanların bütün çalışması, barış
esaslarının kararlaştırılacağı şu sıralarda memleketimizi dışarıda ve içeride
güçsüz bir durumda bırakarak istedikleri her şeyi bize kabul ettirmeyi
amaçlıyordu.
Şöyle ki:
İzmir olayını yerinde inceleyen ve Anadolu'nun çeşitli yerlerinde inceleme
ve araştırma yapmak için geziler yapan bütün Amerikalı ve Avrupalı kişiler ve
heyetler daima lehimize düşüncelerle dolu olarak ülkelerine dönmüşlerdir. Bu
kişiler ve kurullar Avrupa ve Amerika kamu oyunda çeşitli araçlarla ülkemiz
aleyhine yapılan kışkırtıcı propagandalara karşı üstünlük sağlamışlarsa da,
barış için kesin kararların belirlenmesini üstlenen barış konferansı çerçevesi
içinde çok az etkinlik taşıyan, gerekli önemli vurgulayamayan bir durum
yaratmışlardır. İşte böylece, geleceğe yönelik çıkarlarını, çeşitli baskılarla
bütün dış ülkeleri aleyhimize çevirmekte gören bazı kuruluş ve unsurlar ise,
tarafımıza yöneltilen bu akımı temelinden yıkmak ve bütün dış ülkelerin
milletimiz lehine, düşüncelerinde değişiklikler olmasına fırsat vermemek için,
tümüyle yalan olan en son Ermeni soykırımı uydurmasını düzenlediler ve
açıkladılar. Aslında pek az ve basit yalanlama araçlarımız olan gazetelerimize
de, son derecede etkin bir sansür uygulayarak hiçbir araçla medeni dünyaya karşı
haklarımızı korumamıza imkân tanımadılar. Böylece, insanlık hukukunun kutsal
kuralı olan kendi kendini koruma hakkından da milletimizi tümüyle yoksun
bırakarak, kamu oyunu ve dünya milletlerinin fikirlerini harap durumdaki ülkemiz
ve ezilmiş milletimizi birçok suçlamalarla lekeleyerek büyük çapta etkilediler.
Ülkemizin dış ülkelerdeki onurlu durumu ve hakları, çeşitli araçlarla dünya kamu
oyu önünde küçük duruma sokulduktan sonra, sıra iç yönetimimize geldi. Meclis-i
Mebusan'ımızı hor görerek kapatmak; ülkemizi, benzeri görülmemiş zorba bir yetki
ile bütün dünya sorunlarını kendi isteklerine göre düzenlemek isteyen barış
konferansının zalim kararlarını kabule zorlamak bunlar arasındadır.
İşte Ali Rıza Paşa kabinesi bu çapraşık dış çabalar sonucu, yabancıların
eline düşürülmüş oldu.
Düşük kabinenin geçici olarak görev yaptığı buhranlı günlerde, Ferit Paşa'nın
padişah huzuruna kabul edilerek saatlerce görüşme yapmış olmasına bakılarak
milli amaçları yıkacak karşı bir kabinenin iş başına gelmesinin konuşulduğunu
düşünmek yanlış olmayacaktır. Böyle bir kabinenin iktidara gelmesi sonucunda
ortaya çıkacak durumu anlamak güç değildir.
Milli iradeyi tek meşru gerçekleştirme yeri olan Meclis-i Mabusan'ımızın yasama
yetkisinin sağlamlaştırılması için millet içinden kaynaklanan coşku ve kınamalar
gerçekleşmiş ve bu konu yeni kabinenin milli amaçlara karşı olan kişilerden
kurulmasını önlemek için Meclis Başkanlık Divanı'nın Padişah huzurunda yapılması
ile ilgili girişimleri kolaylaştırmıştır.
İşte Salih Paşa Kabinesi bu şartlar altında kurularak göreve başlamıştır.
İngilizler, bir yandan dış durumumuzu yeni toplu öldürme iftiraları ile
sarsarak, diğer yandan da kabineyi, Meclisi Mebusanımızın çalışmalarına engel
olmak konusunda kışkırtarak, içişlerimizde çok tehlikeli bunalımlar yaratacak
biçimde çalışarak, tasarladıkları İstanbul işgalini kolaylıkla uygulayabilecek
bir ortam hazırlıyorlardı. Bunun bizim elimizde bulunan ilk delili, daha Ali
Rıza Paşa Kabinesi'ni düşürmeyi tasarladıkları sıralarda bir yandan da İstanbul
işgaline hazırlık olınak üzere Anadolu telgraf kuruluşu hakkında etüt yapmaları
ve posta - telgraf genel müdürünü ziyaret ederek Anadolu telgraf merkezleri
hakkında incelemelerde bulunmaları, resmi telgraf haritalarını genel müdürlükten
istemeleri ve almalarıdır.
İngilizler, 12 Martta telgraf sınırlarımız hakkında tekrar araştırmalarda
bulunmuşlardır. Telgraf görüşmelerinin durdurulması için İstanbul'da yapılacak
uygulamaya karşı gerekli önlemlerin alınması, Temsil Heyetimizce düşünülmüştür.
İstanbul'dan alınan 11 Mart tarihli şifrede inanılır bir kaynaktan alınan
bilgiye dayanılarak İstanbul'daki arkadaşlarımın tutuklanacağı bildiriliyordu.
Aynı gün (Ankara'daki İngiliz temsilcisi Withall'in İstanbul'a hareket edeceği
ve bundan sonra trenlerin işletilmeyeceği) öğrenilmiş ve gerçekten Withall
ertesi gün Ankara'dan ayrılmıştı.
Fransız temsilcisi (Duvazo da ayrılmış ve Konya civarındaki italyanların da
İstanbul'a gideceği haber alınmış olduğundan İstanbul ile ilgili kötü niyetin
belirtileri açık bir biçimde hissedilmeye başlanmıştı. Durum, tarafımızdan şu
biçimde değerlendirilmiştir. İtilâf devletleri bir yandan telgraf bağlantımızı
incelerken bir yandan da Anadolu'daki çeşitli subaylarını ve kuvvetlerini
İstanbul'a çağırıyor, aynı zamanda Anadolu'nun tren bağlantısını kesmeye
hazırlanıyor ve Meclis-i Mebusan'da milletimizin hukukunu koruyan
arkadaşlarımızı tutuklamayı tasarlıyorlar. Bu duruma göre çok yakında olağanüstü
olaylar beklenebilir.
Sezgimize göre İstanbul'da yeni bir durum oluşturmak Anadolu telgraf
görüşmelerine el konabilir. Meclisteki milliyetçi kişileri tutuklayacaklar. Kara
ve denizden Anadolu ulaşımını keserek genel nitelikte bir (Blows) kuşatma
gerçekleştirilmiş olacak. Milletin şiddetli coşkusu karşısında iktidara
getirmeyi başaramadıkları Ferit Paşa kabinesini bu yolla iktidar makamına
getirerek istek ve amaçlarını gerçekleştirecekler ve belki de olumsuz bir
biçimde açıklanmada bulunan barış şartları hükümete bildirilecek ve bu şiddetli
baskı altında ya Anadolu'nun parçalanmasını bekleyerek bu acıklı durumu devam
ettirecekler ya da İstanbul ve çevresine yığdıkları İngiliz, Fransız, Yunan
kuvvetleriyle kuzeyden, izmir cepnesindeki Yunan ordusuyla batıdan, Adana'daki
Fransız kuvvetleri ile de güneyden kuzeye saldırı düzenleyerek ve belki de bir
kısım kuvvetlerle de Karadeniz sahillerinden güneye kuvvet kullanarak amaçlarını
gerçekleştirmek isteyeceklerdir.
İşte bu düşünceye dayanarak her türlü önlem alındı ve İstanbul'daki
arkadaşlar Anadolu'ya gelmeye özendirildi.
16 Mart 1920 saat 10'dan önce İstanbul telgrafçılarından (adını şimdi
söylemeyeceğim) vatansever bir kişinin Ankara'da Ziraat Okulundaki merkezimize
gönderdiği telgraf, İstanbul işgalinin kanlı bir biçimde başladığını
bildiriyordu. İstanbul merkezinden, Harbiye telgrafhanesinden ve telgraf aleti
başındaki birçok vatansever memurlardan, birbirini izleyen çeşitli telgraflar
alıyorduk. Saat 11'e kadar toplanan bilgileri derhal bir genelge ile duyurduk.
Bu saatten sonra artık İstanbul'la görüşme kesilmiş, başkentin beklenen durumu
ve Anadolu'nun hali göz önünde tutularak gerekli önlemlerin alınmasının sırası
gelmişti. Alınan başlıca önemli önlemler aşağıda belirtilmiştir:
A. İzmir cephesinin arkasını zorlayan Biga yöresindeki Anzavur'un eylemleri
için kuvvetli bir destek oluşturan ve büyük bir ihtimalle İstanbul'dan
Anadolu'ya yapılacak itilâf kuvvetleri asker taşımacılığını gerçekleştirmek ve
korumak görevini üstlenen Eskişehir ve Afyon Karahisarda'ki İngiliz
kuvvetlerinin silâhtan arındırılması.
A. İstanbul'daki yabancı baskısı karşısında parlayacak olan Anadolu düşüncesine
baskı yapmak ve korkutmak üzere İstanbul ve Kilikya'dan gönderilebilecek düşman
asker sevkiyatına imkân tanınarak ve Anadolu'daki önemli yerlerin kuvvetli bir
işgal ve istilâ tehlikesi ile karşı karşıya kalmasını önlemek üzere Geyve ve
Ulukışla civarlarında demiryolunun kullanılamaz duruma getirilmesi.
B. Telgraf merkezleri İngilizlerin eline geçtiği için İstanbul'dan
gelebilecek herhangi bir bildirinin meşru bir makamdan verilmesine imkân
kalmadığın'dan, İngiliz bildirileri ile halkın anlayışının karmakarışık duruma
düşürülmesini önlemek amacı ile, telgraf görüşmelerinin kesilmesi konusunda
mülki ve askeri makama gerekli bildirimin yapılması.
İlk önlemlerimiz içinde mali konuları içeren başlıca noktaları da ihmal etmedik.
Bununla ilgili olarak Anadolu'da bulunan resmi ve resmi olmayan bütün mali
kuruluşların ellerinde bulunan nakit veya nakit yerine geçecek eşya miktarlarını
illerden sorduk ve hiçbir kurumdan İstanbul'a para gönderilmemesi gerektiğini
bildirdik. Diğer taraftan telgraf görüşmelerinin denetimi, limanlardan ve içten
gelecek kişilerin araştırılması ve şüphelilerin izlenmesi, postahanelerde
şüpheli mektupların açılması gibi gerekli olan önlemler aldık ve gerekli yerlere
bildirdik.
Bu arada, çeşitli haberleşme araçlarının ve Anadolu'ya gönderilmeleri umulan,
amaçları her çeşit yalan haberleri yaymak ve kargaşalık çıkartmak olan zararlı
kişilerin milli dayanışmayı bozacak uğraşlarını engellemek için elden gelen çaba
gösterildi.
İstanbul'da yapılan tutuklamalara karşılık olmak üzere Anadolu'daki İtilâf
devletleri subaylarının tutuklanması gerekiyordu. Göz önünde bulunanların
tutuklanması için gerekli yerlere emir verdik.
İstanbul'da telgraf görüşmeleri konusunda alınan önlemlerin gerekli olduğunu
gösteren İngiliz girişiminin ortaya çıkması gecikmedi. 16 Mart 1920 saat 11'den
sonra İstanbul telgrafhanesi Ankara merkezine bir resmi bildiri vermek
istiyordu. İstanbul merkezinde telgraf başında bir İngiliz subayı bulunuyor ve
bütün Anadolu'ya bu bildiriyi yayımlamaya çalışıyordu.
Bu bildirinin, milli teşkilât kurucularını halk önünde ittifakçılıkla suçlayarak
Anadolu'da bir anlaşmazlık ve ikilik yaratmak ve İstanbul'un fiili işgalini
geçici göstererek, hilâfet hakları ve saltanata indirilen darbenin feci durumunu
saklamak ve sonuç olarak bütün saldırıyı milletimize olağan olarak kabul
ettirmek amacı ile düzenlendiği anlaşılıyordu. Bu bildirinin imzası, itilâf
devletleri temsilcileri olarak verildi. Memleketimizdeki düzen ve birliği
bozacak, zayıf karakterli bazı insanları kandıracak ve korkutacak nitelikteki bu
resmi bildirinin Anadolu telgraf merkezlerince kaydedilmemesi için mümkün olan
önlem alındı. Bunun ardından, şüphesiz İngilizlerin baskısıyla hükümetin yazdığı
İstanbul işgalindeki geçici durumun devamına neden olmamak için ülke içindeki
sükünetin korunması gerekliliğini belirten bir resmi bildirinin de İstanbul'dan
Anadolu'ya geçirilmesi için girişimler tespit edildi ve yine aynı sakınca
nedeniyle bunun gerçekleştirilmesi önlendi. İngilizler, Anadolu halkının fikrini
bulandırmak için giriştikleri işbu resmi bildiri oyununda başarılı
olamadıklarını görünce, Anadolu'nun İstanbul faciası karşısındaki ağır başlı ve
ölçülü kararlılığını ve kahramanlığını bozarak, zararlı kötü düşüncelerinin
yayımlanmasını sağlamak için tren, telgraf hatlarını aracı yapmayı denediler.
Ankara istasyonundaki telgraf merkezinde çalışan bir İtalyan, İngiliz resmi
bildirisinin Fransızca bir kopyasını aldığının duyulması üzerine yakalandı ve
elindeki telgraf geçersiz sayıldı.
Anadolu'da yerleşmiş Ermenilerin ve Rumların hükümet emirlerine ve milli
amaçlara karşı gelmedikçe her türlü saldırıdan korunmaları ve tam anlamı ile
mutlu ve rahat bir hayat yaşamaları öteden beri kabul edilmiş bir ana konu idi.
Kilikya ve dolaylarında ve doğu hududumuz dışındaki resmi ve resmi olmayan
Ermeni kuvvetlerinin dindaş ve ırkdaşlarımıza karşı yapılan cinayete varan
saldırıları karşısında bile, ülkemizde yaşayan Ermenilerin her türlü taarruzdan
korunmasını sağlamayı pek önemli bir medeni görev kabul ettik ve Anadolu'nun dış
dünya ile ilişkisinin kesik olduğu bu günler de yüce vatan çıkarlarını amaçlayan
önlemler içinde Ermeni halkının esenliğinin korunması gerekliliğini bütün
makamlara bildirdik.
İşte, İstanbul'un yabancı kuvvetlerce işgalinden bu güne kadar geçen acı
günlerinde hiçbir dış ülkenin fiili korumasına erişemeyen Anadolu Ermenilerinden
hiçbir kişinin, en küçük bir anlamda bile, saldırıya uğramamış olması, bize her
nedenle cinayet yükleyen ve duyarlılığı kendi tekelinde sanan entrikacı
Avrupalıların yüzlerini kızartacak ve milletimizin yaradılışından sahibi
bulunduğu insanlık törelerinin yücelik derecesini ispat edecek çok önemli bir
konudur.
İstanbul işgalinin bu gün memlekette neden olacağı durum, aldığımız geçici
önlemler ile geçiştirilecek bir nitelikte olmayıp, bu durumun devamı halinde
ülkedeki yönetimin sağlam bir esasa bağlanması gerekiyordu. Karşımızda, hiçbir
antlaşma ve hak tanımayan ve kendi özel yararlarından başka, insanlıkla ilgili
hak ve davranışlara yer vermeyen bir itilâf heyeti; başımızda, vatan haklarını
korumak, imzaladığımız antlaşma şartlarını uygulanarak, yabancı saldırılarını
sınırlamak için her türlü araçtan tümüyle yoksun, esir bir hükümet vardır.
Bunların birincisinin sonsuz baskısı, ikincisinin de tutsaklığı karşısında,
başvuracak yeri olmayan şaşırmış ve çırpınıp duran bir millet !...
İstanbul faciasıyla Anadolu'dan yansıyan durum böyle idi ve bu durumun
sürmesi halinde vatanımızda çok büyük ve korkunç bir anarşinin başlaması
doğaldı. işte bu düşünce sonucunda kesin bir karar vermek gerekti. Derhal
gerekli mülki ve askeri makamlarla görüşerek ülkenin idaresini anarşiden
kurtarmak üzere az önce anılan yerlerin başlarının bizimle birlikte hareket
etmesi önerildi. Bu öneri samimi bir olgunlukla her kesimde iyi karşılandı.
İşgal sonucunda ortaya çıkan olağanüstü durumun öncelikli gereğini
ayrıntılarıyla düşünüp bunları uygulamaya çalışmakla birlikte, İstanbul
işgalinden dolayı üzüntü ve elemimiz bütün dünyanın aydın insanlığına ve bütün
islâm dünyasına özel bir bildiri ile duyuruldu. İtilâf devletleri temsilcileri
ve tarafsız hükümet önünde kınandı. Bütün millet de bu kınamaya katıldı.
İstanbul durumu ile ilgili bilgi alınacak inanılır kaynaklardan yoksun
bulunuyorduk.
18-19 Mart 1920 gecesi ilk kez ilişki kurulabildi ve hepiniz tarafından
bilinen gerçekler öğrenildi. Bu arada Meclis-i Mebusan'ımızın bu saldırılar
karşısında tatili görüştüğü anlaşıldı.
Bunun üzerine 19 Mart 1920 tarihinde:
Hilâfet makamının ve saltanatın bağımsızlığının dokunulmazlığını, milli
bağımsızlığımızı ve milli sınırlarımız içinde yaşama imkân verecek bir barışı
sağlayacak önerileri ayrıntıları ile tespit edip uygulayabilmek için, millet
tarafından olağanüstü yetkiye sahip bir meclisin Ankara'da toplanması gereğini
millete duyurmakla ilgili milli görevimizi ve vatan borcumuzu da yerine
getirdik.
İstanbul'un işgali, şekil ve niteliği bakımından, Osmanlı devletinin
egemenliğini kökünden kaldırnıak ve milletin esir alınmasını ve hor görülmesini
bir oldu bittiye getirme amacına yönelik bir harekettir. Çünkü istanbul'da
doğrudan doğruya Devlet kuvvetlerine el konmuştur. Şöyle ki: önce Meclis-i
Mebusan zorla susturulınuştur. Bu durumda yasama kudreti bulunmamaktadır.
İkinci olarak, yürütme kudreti siyasi kısıtlamalara uğramıştır. Suçlu kim
olursa olsun yabancı kanunlara göre yargılanacağı ilân edilmiştir. Bütün
görüşmeler ve ulaşım denetim altına alınmış, insanın kendini koruma ilkesi
tümüyle kaldırılmış ve saldırganların uyruğu altına alınmıştır. Bundan dolayı,
bu aşağılık durumu destekleyen ve kabul etmiş olan Ferit Paşa Hükümeti,
bağımsızlığına çok sıkı ve çok içtenlikle bağlı olan milletle arasındaki her
türlü bağlantı ve ilişkiyi doğal olarak kaybetmiş ve milleti karşısına alarak,
düşmanla iş birliği içinde hareket etmeye başlamıştır.
Üçüncü olarak, devlet şeklinde oluşmuş bir topluluğun Anayasasında, yargı
yetkisi bağımsızlığın önemi, açıklama istemeyen bir konudur. Milletlerin yargı
yetkisi, ıbağımsızlıklarının birinci şartıdır. Yargı yetikisi bağımsız olmayan
bir milletin devlet oluşu kabul edilemez. Bununla birlikte, İstanbul halkından
yüzlerce kişinin hiçbir kanuni suçları olmamasına karşılık sanık sayılarak
tutuklanmalarına devam edilmesi, itilâf devletlerinin görüşüne aykını söz
söylenmesi bile suç sayılarak, Orta Çağ davranışları içinde onlara karşı
saldırıda bulunulması yargı yetkisinin kaldırıldığını göstermektedir.
Bu durumda millet, bu gün yedi yüz yıldan bu yana gerçek bir onur ve
yücelikle koruduğu ve savunduğu bağımsızlığını ve var oluşunun devamı için
İstanbul olaylarının oluşturduğu hukuki durumu onarmak zorundadır. Bunun için
acele gereklidir. Sürüp gidecek olan egemenliğe ara verilmesi konusu, tanrı
korusun da bir dağılma nedeni olarak düşmanlarımızın düşündüklerini fiilen
gerçekleştirmalerine imkân sağlamasın. Bundan dolayı milletimizin her şeyden
önce haklarını koruması ve var olmaya yetenekli bir millet olarak, uluslararası
hukuk ve yetkilerine saygı gösterilmesini isteyebilmesi, medeni kuruluş ve
anayasası ile, henüz yaşamakta olduğunu bütün dünyaya bu kez daha büyük bir
kuvvet ve sağlamlılıkla duyurması gereğine inanıyorum. Bunun için. de kaldırılan
Anayasamızın bıraktığı boşluğu derhal doldurmak zorundayız.
İşte, anayasal durum ve hukukumuzun neden olduğu bu gereklilik ve zorunluluk
dolayısıyla ve milli egemenliğin her şeyden önce sağlanması amacıyla Büyük
Meclisimiz olağanüstü yetki ile toplanmıştır. Seçimlerin tam bir ivedilikle ve
sıcak bir ilgi ile yapılması hukuki duruınumuzun bütün milletçe de aynı görüş
içinde anlaşıldığını ve kavrandığını göstermektedir. Ayrıca, Büyük Meclisimizin
kuruluş şekli ve esasları, milli iradeye içtenlikle ve büyük bir güçle
dayandığını göstermektedir .
Meclisimizde oluşan ve beliren milli kudretimiz, Hilâfet makamı ve saltanatı
yabancı baskısından kurtaracak ve Osmanlı devletini dağılma ve tutsaklıktan
kurtarma önlemleri alacaktır. Tam bağımsızlığa sahip, hilâfet makamına vicdani
bağlılığı ile övünen, islâm dünyası içinde yaşama anlayışını kendinde gören bir
milletin tutsak olamayacağı inancıyla, davranışlarımızı adım adım izleyen bütün
medeni dünya ve insanlık sizlere yardımcı olacaktır. (Sıcak alkışlar) İstanbul
faciasını izleyen günlerden şu ana kadar Temsil Heyetimiz milletler arasındaki
birlik ve dayanışmayı korudu. Osmanlı kanunlarının yürürlüğünü sağladı.
Çalışmalarından alıkonulan devlet gücünün yokluğunu hissetirmemeye çalıştı.
Bundan dolayı genel güvenliği korumuş ve savunmuş olmakla görevini gereği gibi
yaptığından emindir. Bu dakikadan itibaren, yedi yüz yıl boyunca onurlu ve yüce
bir yaşam sürdükten sonra yok olma uçurumunun kenarında ancak ayakta durabilen
Osmanlı Milletinin geleceğinin sorumluluğu, sayın Meclisinizin çalışma gücünü
artıran bir neden olacaktır.
Davamızın yasalara uygunluğu ve bütün millet ve ulusların, insanlık hak ve
hukukundan paylarını almış olduğuna inandığımız yüreklerinin, bizimle birlik ve
bize daima yardımcı ve destek olduğuna güvenimiz tamdır. Başarı ümitlerimizin
kalplerimizde bir an bile karamsarlığa düşmemesini sağlayacak olan, sonsuz
gücümüzdür, özellikle büyük tanrı her zaman bizimledir. (Amin, amin sesleri)
Vermek istediğim bilgiler ve ayrıntılar bu kadardır.
ATATÜRK DİYOR Kİ
Cumhuriyet; fikren, ilmen ve bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar
ister.
Benim nâçiz vücudum birgün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.
Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.
Biz doğrudan doğruya milletseveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı, Türk topluluğudur.
Cumhuriyet fikir serbestliği taraftandır. Samimî ve meşru olmak şartıyla, her fikre hürmet ederiz. Her kanaat bizce muhteremdir.
Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir.
Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir.
Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir.
Bugünkü hükümetimizin, devlet teşkilatımızın doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir.
MAKALELER
ANADOLU VE CUMHURİYETE SESLENİŞ
Ey Anadolu'm, güzel yurdum, Türkiye'm!Sen bin yıldır milletimize Halil
İbrahim sofrası oldun. Biz çoğaldıkça sen bereketlendin. Senin suyunu içtik,
senin hür havanı soluduk. Senin ekmeğini yedik, senin sofranda beslendik. "Bir
fincan kahvenin kırk yıl hatırı" varsa Türkiye'min bu bereketli sofrasının
"sonsuza kadar" hatırı vardır. Öyleyse bu sofraya "bıçak sokan" ya nankördür ya
da gafildir. Ey Cumhuriyetim!"Günlerden bir gün... Uzak değil, dün gibi yakınNe
Fatih'le İstanbul, Ne Süleyman'la Viyana önlerindeyiz...İstiklâl Savaşı'nın zor
günlerindeyiz." Yukarıda gök çökmüş üstümüze, aşağıda yer yarılmış yutmuş bizi.
İngiliz'i, Fransız'ı, Yunan'ı kıskıvrak yakalayıp tutmuş bizi. Sonunda:Bir
"Seyit Çavuş"un, bir "Zeybek"in, bir"Dadaş"ın, bir "Adsız Kahraman"ın attığı
mermi bu savaşta dengeyi bozmuş. İşte bu dengenin önderi ATATÜRK, bayramı
CUMHURİYET'tir.
Bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selâm olsun!...Ey Anadolu'm, güzel yurdum!
Sen, kederi kederimize, sevinci sevincimize, kaderi kaderimize benzeyen ölümsüz
vatanımız...Ağrı'da dik başlı, Güneyde Fırat akışlı, Toroslarda sümbül kokuşlu,
Antalya'da dört mevsim yazlı, Erzurum'da "on bir ay yirmi dokuz gün kışlı" güzel
Türkiye'm... Yozgat'ta kömür gözlü, Isparta'da gül yüzlü Anadolu'm...Sen bin
yıldır doğanımıza beşik, ölenimize mezar oldun. Bizler de beşikten mezara kadar
sana sahip çıkacağız. Ey Cumhuriyetim!"Günlerden bir gün... Uzak değil, dün gibi
yakınNe Fatih'le İstanbul, Ne Süleyman'la Viyana önlerindeyiz...İstiklâl
Savaşı'nın zor günlerindeyiz." Bütün düşmanlarımız kıskıvrak yakalamış bizi.
Sonra: Biri Dicle, biri Fırat, biri Sakarya... Anadolunun bağrında ayağa kalkmış
üç kardeş ırmak. Aynı vatan, aynı bayrak. Bu savaşta üç nehrin bir düşmana
akması dengeyi bozmuş. İşte bu akışın önderi ATATÜRK, meyvesi CUMHURİYET'tir. Bu
akışı bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selâm olsun!...
Ey Anadolu'm, Güzel Türkiye'm!Bir gün bir Ferhat, sendeki bir güzele
sevdalandı. Bu sevda uğruna dağları deldi...Ey güzel yurdum!Biz sendeki bir
değil, bin bir güzelliğe sevdalıyız... Senin için dağları değil, çağları bile
deleriz. Uğrunda bir değil bin kere ölürüz. Ey Cumhuriyetim!"Günlerden bir
gün... Uzak değil, dün gibi yakınNe Fatih'le İstanbul, Ne Süleyman'la Viyana
önlerindeyiz...İstiklâl Savaşı'nın zor günlerindeyiz." Düşman her yanı sarmış,
elimiz kolumuz bağlanmış. Sonra: Biri Yunus, biri Hacıbektaş-ı
Veli...Anadolu'nun aynı yöne bakan iki mânâlı gözü. Bu savaşta iki gözün bir
hedefe bakması dengeyi bozmuş. İşte bu bakışın önderi ATATÜRK, hedefi
CUMHURİYET'tir.
Bu bakışı bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selâm olsun. Ben bir öğretmenim
Anadolu'ya ve Cumhuriyet'e seslendim. İsterim ki öğrencilerim sevdalansın.
Ali YÜCEL Dörtyol Payas Yunus Emre İlköğretim Okulu Öğretmeni HATAY
ATATÜRK'ÜN CUMHURİYETÇİLİK İLKESİ
Biliyoruz ki Atatürk dahi bir asker, yüksek bir siyaset adamı, bir devlet
kurucusu, bir devrimci, büyük bir düşünür, gerçekçi ve tutarlı bir
uygulayıcıdır. Mondros Ateşkes Anlaşması ile Türk'ün öz yurdu olan Anadolu
toprakları paylaşılma tehlikesiyle karşı karşıya kalınca o, Türk Bağımsızlık
Savaşı'nı başlatmış ve Amasya genelgesi, Erzurum ve Sivas kongreleriyle Türk
ulusunu ulusal mücadeleye hazırlamış; uyarıcı, teşkilatlandırıcı yönleriyle de
etkili olmuştur. Askerî harekat 9 eylül 1922'de İzmir'de Yunanlıların denize
dökülmesiyle sona erince, tüm dünyanın gözlerini kamaştıran bu zaferi Lozan
Barış Anlaşması ile siyasi güvence altına alınmıştır.
Atatürk olağanüstü niteliklere sahipti. En kritik anlarda ortaya çıkmış,
muharebelerin seyrini ve sonunda da Türkiye'nin kaderini değiştirmiştir.
Atatürk, 20 nci yüzyılda yetişen en büyük asker ve devlet adamı olarak, sadece
Türk ulusu için değil; aynı zamanda, çağımızda dünya kamuoyunun en üst düzeydeki
resmi temsilcisi olarak nitelendirilecek "birleşmiş milletler teşkilatı"nın
tanımlandığı gibi, "bütün insanlık için bir onur simgesidir."
Atatürk'ün yaşamında, cumhuriyet ve demokrasi düşüncelerinin
biçimlendirilmesinde, yetiştiği dönemin koşul ve bunalımları ile okuduğu
yayınlarla elde ettiği bilgi birikiminin etkisi büyüktür tarihteki birçok Türk
devleti gibi Osmanlı devleti de oluşmuş, yaşamış ve O'nun gözleri önünde tarihin
derinliklerine gömülüp gitmiştir. Osmanlı İmparatorluğu XVI. yüzyılda, en geniş
sınırlara ulaşmış, ancak, sonraları batı'daki gelişmelerin izlenip
uygulanmaması, 1789 Fransız İhtilali'nin insan hakları ve bağımsızlık akımlarını
geliştirmesi, sanayi devriminin benimsenmemesi ve eğitime önem verilmemesi
nedeniyle kültür seviyesinin düşmesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerileme ve
yıkılışını hızlandırmıştır. Devletçe alınan önlemler, uygulanan yenileşme
hareketleri de sorunlara köklü çözümler getirmiştir. II. Mahmut'un Rumelili
ileri gelenlerle (ayan ile) 1808 yılında yaptığı, İngiliz "Magna Carta"sına
benzeyen ve padişahın bazı haklarını kısıtlayan "senedi ittifak" ile 1839
"Tanzimat Fermanı" ilk demokratikleşme kıpırdanışları olmuştu. II. Abdülhamit
yönetiminde ise hükümdarın mutlak iradesi ve sert tutumu, türlü tepkilere neden
olmuştu. Kötü idare, devletin maddi- manevi güçlerini zayıflatmış, artan dış
baskılar yurtsever aydınları tedirgin etmişti. Bu koşullar altında kısa bir süre
sadrazamlık (başbakanlık) yapan Mithat Paşa ve arkadaşlarının çabalarıyla millet
meclisi ve senato kuruldu, birinci meşrutiyet anayasası hazırlandı ve kabul
edilerek 23 aralık 1876'da ilan edildi, fakat, meşruti idare çok kısa sürdü.
1877 Osmanlı Rus Harbi'ni bahane eden padişah, 13 şubat 1878'de meclisleri
dağıttı ve Abdülhamit istibdadı yurdu kasıp kavurmaya başladı. Bu idareyle
savaşmak üzere 1893'te "İttihat ve Terakki Cemiyeti" kuruldu. Sonradan "Vatan ve
Hürriyet Derneği"nin kurucusu Mustafa Kemal de bu cemiyete katıldı ve 23 temmuz
1908'de hürriyet ve meşrutiyet ilan edildi. Abdülhamit, meşrutiyeti ikinci defa
kabul etmek zorunda kaldı. 14 aralık 1908'de millet meclisi ve senato açıldı.
Yeni kurulan Hürriyet Partisi'yle İttihat Terrakki, arasındaki çatışmaya
gericilerin de katılmasıyla 31 mart olayı ve imparatorluğun çözülüp, dağılması
gibi felaketler birbirini kovaladı. Ulusal egemenlik ve bağımsızlık ve düşüncesi
akımlarının çarpıştığı Makedonya koşulları içerisinde yetişmiş olan Mustafa
Kemal, 31 Mart gericilik olayının bastırılmasında önemli bir rol oynamıştır.
Öte yandan, bu tarihsel gelişimin bilincinde olan Atatürk, okuduğu yayınlar
sayesinde de ilk toplumların kent demokrasileri, Magna Carta (1215) temsili
demokrasiden haberliydi. Montesqieu'nün Jean-Jacgues Rousseau'nun yapıtlarından;
Amerikan ve Fransız insan hakları bildirilerinden, bu hareketle oluşan demokrasi
yöntemlerinin bu ülkelerde oluşturduğu ilerlemelerden haberdardı.
Bu saptamalardan sonra, "cumhuriyet" ve "demokrasi" kavramları ile Atatürk'ün
bu konudaki görüşlerini incelemeye geçebiliriz.
Cumhuriyet, kökeni bakımından Arapça bir terim olup, "cumhur" kelimesinden
türetilmiştir. Cumhur "kalabalık", yani halktır. Şu halde cumhuriyet "halkın
yönetimi" demektir. Buna göre bir azınlığın yönetimi olan "monarşi" den ve soylu
bir azınlığın yönetimi olan "Aristokrasi" den ve farklı olarak, çoğunluğu, halka
ait bir yönetim olduğunu vurgulayabiliriz.
Atatürk cumhuriyeti şu sözlerle tanımlar:
"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir". Yasama ve yürütme gücü, milletin tek
gerçek temsilcisi olan mecliste toplanmıştır. Bu kelimeyi özetlemek mümkündür.
"cumhuriyet".
Mustafa Kemal'in gençliğinden beri benimsediği ilk ulusal ideal,
cumhuriyettir. 1908 meşrutiyetinden önce Selanik'teki ordu müşavirliği
karargahında kurmay subay olarak bulunuyordu. Bir yandan askeri görevlerini en
iyi şekilde yapmaya çalışırken, diğer yandan o dönemin gereğiyle bazı siyasi
çalışmalara veya arkadaş çevrelerindeki toplantı ve tartışmalara katılıyordu.
Yakın arkadaşlarının bulunduğu böyle bir toplantıda, şunu sormuştu.
"Türkiye için en iyi devlet şekli nedir?"
"Meşrutiyet" diye yanıt verilince Mustafa Kemal: "Meşrutiyette de başta bir
hükümdar vardır. Onun istibdadını önlemek çok zordur. Bu ülkeyi yükseltecek
idare cumhuriyettir." şeklinde kendi görüşünü belirtir.
Nitekim o, üstün önderlik nitelikleriyle hepimizce bilinen süreç içinde, önce
23 nisan 1920'de TBMM'nin açılmasını, 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasını,
sonra da 1923'de cumhuriyetin ilan edilmesini sağlar. Atatürk yeni kurulan
cumhuriyeti ve hükümet-millet kaynaşmasını şu anlamlı sözleriyle dile getirir:
"Bugünkü hükümetimiz, devlet teşkilatımız doğrudan doğruya milletin kendi
kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki, onun ismi
cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır.
Hükümet millettir ve millet hükümettir. Artık hükümet ve hükümet mensupları
kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu
anlamışlardır.
Atatürk, yeni cumhuriyet rejiminin yapı ve işleyişini de şöyle açıklar:
"Cumhuriyette son söz millet tarafından seçilmiş meclistedir. Millet adına her
türlü kanunları o yapar. Hükümete güven oyu verir veya düşünür. Millet
vekillerinden memnun olmasa belirli zamanlar sonunda başkalarını seçerler.
Millet, egemenliğini, devlet yönetimine katılmasını, ancak zamanında oyunu
kullanmakla sağlar. Cumhuriyetin hükümeti, belli bir yöntem ve şekilde belirli
bir zaman için seçilmiş bir cumhurbaşkanına güven sunulur başbakanı o seçer
hükümeti meydana getirecek olan bakanları, başbakan güvendiği
milletvekillerinden seçer."
Tarihte pek çok cumhuriyet rejimi görülmüştür. Batıda cumhuriyet rejiminin
ilk ve en eski örneği Roma'da kurulmuştur. Cumhuriyet yönetimine asırlarca hemen
hiç rastlanmaz. Ancak, Ortaçağ'ın sonlarına doğru İtalya'nın kuzeyinde Venedik,
Ceneviz ve Floransa cumhuriyetleri gibi birtakım şehir cumhuriyetlerinin
kurulduğu görülür. Ancak, bunlar seçkin (elit) ya da "eşraf cumhuriyetleri"
olarak nitelendirilebilir. Çünkü, hiçbirinde, eski yunan demokrasilerinde de
olduğu gibi kadınlara, kölelere ve halktan kişilere seçme ve seçilme hakkı
verilmişti. Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte, özellikle savaşta
yenilen imparatorluk ve krallıklar yıkılmış ve cumhuriyet rejimleri kurulmuştur.
Weimar Alman Cumhuriyeti, Federatif Rus Cumhuriyetleri Birliği, Avusturya
Cumhuriyeti, bunlar arasında sayılabilir. Cumhuriyetçilik hareketleri bundan
böyle daha da hızlanmış ve yaygınlaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı'nda yenilen ve
krallıkla yönetilen ülkelerde, özellikle balkan devletlerinde cumhuriyetler ilan
edilmiştir. Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Arnavutluk, Macaristan gibi. Daha
sonraları, yakın zamanlara doğru, cumhuriyetçilik hareketleri Asya ve Afrika
ülkelerine doğru sıçramış ve buradaki krallıklar darbe ve ihtilallerle
devrilerek, cumhuriyet yönetimleri ilan edilmiştir. Mısır, Irak, Afganistan,
İran, Libya bu gibi ülkeler arasındadır.
Görülüyor ki cumhuriyet yönetimine geçiş son 70 yıl içinde giderek ivme
kazanmıştır. Herhalde bunda, 23 nisan 1920'de millet meclisini açan, 29 ekim
1923'de de cumhuriyeti ilan eden Atatürk önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti'nin
büyük etkisi olmuştur.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, cumhuriyet yöneticilerinin seçimle işbaşına
geldiği; yani hanedanın ve veraset usulünün bulunmadığı bir siyasal rejimdir.
Montesquieu, cumhuriyetin diğer önemli bir ilkesinin fazilet olduğunu
söylemiştir. Ona göre despotizmin temeli korku, aristokrasinin temeli şeref
duygusu, cumhuriyetin ise erdem, yani fazilettir. Bir başka deyişle, cumhuriyet
yüksek ahlaki, moral değerlerin ön planda geldiği bir siyasi rejimdir.
Cumhuriyetin bu ikinci ilkesi de Atatürk'ün sözlerinde ifadesini bulur.
"Cumhuriyet yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet
fazilettir... Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir."
İdeal olan, kuşkusuz, cumhuriyetlerin bu iki temel ilke yanında ayrıca
demokratik olması ve gerçekten halka dayanmasıdır:
"Biz ne Bolşevikiz, ne de komünist; ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü biz
milliyetçi ve dinimize saygılıyız. Özetle bizim hükümetimizin şekli tam bir
demokrasi hükümetidir. Ve dinimizde bu hükümet "halk hükümeti" diye
adlandırılır."
"Demokrasi" ise, eski Yunancada halk anlamına gelen "demos" ile egemenlik
anlamına gelen "kratus" sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur. Bu anlamla da
halkın kendi otoritesiyle kendini yönetmesi demektir. Abraham Lincoln tarafından
yapılmış olan kapsamlı bir tanıma göre demokrasi, "halkın, halk tarafından, halk
için yönetimi" dir. Atatürk ise, bir konuşmasında tarihte görülen başlıca devlet
şekillerinden monarşi ve oligarşiyi açıkladıktan sonra demokrasiyi şöyle
tanımlar:
"Demokrasi (halkçılık) esasına dayalı hükümetlerde egemenlik halka, halkın
çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi, egemenliğin millette olduğunu, başka
yerde olamayacağını gerektirir. Bu şekilde demokrasi prensibi siyasi kuvvetin,
egemenlik kaynağına ve yasallığına temas etmektedir."
Atatürk başlangıçta "demokrasi" sözcüğü yerine "halkçılık" sözcüğünü
kullanmıştır. O, kurtuluş savaşı sırasında olduğu gibi, mücadele halinde
bulunduğu ve "de "okrasiler" d"ye adlandırılan işgalci büyük devletlerin adı
olarak, yunanca olan bu sözcüğü pek kullanmak istemiyordu. Böylece, İstanbul
Hükümeti ile sıraya polemik yapacak bir malzeme vermek istememişti. Nitekim
şöyle der:
"İç siyasetimizde dayanağımız olan halkçılık, yani milleti bizzat kendi
geleceğine egemen kılmak esası, teşkilatı esasiye kanunumuzla tespit etmiştir."
Atatürk bir başka söylevinde de "halkçılık" sözcüğünü kullanarak demokrasiye çok
özlü bir tanım getirir:
"Bizim görüşümüz ki halkçılıktır; kuvvetin, gücün, egemenliğin, yönetimin
doğrudan doğruya halka verilmesidir. Halkın elinde bulundurulmasıdır."
Zamanla "halkçılık" sözcüğü anlam değiştirerek Atatürkçülüğün ilkelerinden biri
olmuştur. "Halkçılık kanunlar karşısında kesin bir eşitlik kabul eden ve hiçbir
kişiye, hiçbir aileye, hiçbir sınıfa, hiçbir topluluğa ayrıcalık tanımayan
kişileri halktan ve halkçı kabul etmektir."
Şimdi de cumhuriyet ve demokrasi arasındaki ilişkilerden kısaca söz etmenin
yerinde olacağını sanıyoruz. Ünlü İngiliz düşünürü J. Bryce 1921 yılında yazdığı
"modern demokrasiler" adlı eserinde, ilginç bir gözlemde bulunuyordu. J. Bryce
bu eserinde İlkçağ'da Aristo'dan beri gelen monarşi, aristokrasi ve cumhuriyet
(demokrasi) şeklinde üçlü klasik sınıflandırmanın yetersizliğini öne sürüyordu.
Çünkü, o tarihte Avrupa kıtası'ndaki 21 cumhuriyetten sadece ikisi gerçek bir
demokrasi ve cumhuriyet niteliğini taşıyordu. Buna karşılık, İngiltere, Hollanda
ve Belçika gibi ülkeleri, meşruti monarşi ile yönetilmelerine rağmen, demokratik
yöntemlerdi. Bu durumda J. Bryce siyasal yönetimleri, sadece demokrasi ve
diktatörlük diye ikiye ayırmanın daha doğru olacağını savunur.
Gerçekten bir ülkenin adının cumhuriyet olması; o ülkede her zaman, sağlıklı,
gerçek demokratik bir rejim uygulandığı anlamına gelmemektedir. Örneğin, sağda
veya solda yer alan ve yeni kurulmuş birçok cumhuriyet, demokrasi ile
yönetilmektedir. Atatürk de bu saptamayı şu sözleriyle dile getirir.
"Cumhuriyet imkan demektir. Çünkü, iç hürriyetin de en büyük imkanı cumhuriyetle
kabildir. Ama diyeceksiniz ki, dünyada adı cumhuriyet olan diktatörlükler de
vardır. Fakat bütün bu şekiller geçicidir."
Her cumhuriyetin mutlaka demokrasi ile yönetilmediğinin bilincinde olan Atatürk,
buna rağmen demokrasi için en uygun ortamı yine cumhuriyet rejiminin
sağlayabileceğini şu sözlerle vurgular:
"Demokrasi prensibinin, en çağdaş ve mantıki uygulamasını temin eden hükümet
şekli, cumhuriyettir."
Herkes kendi dünya görüşüne, kendi uyguladığı yönetim biçimine göre demokrasi
kavramına içerik kazandırmaya çalışmakta ve kavram kargaşası yaratılmaktadır.
Yalnız şu var ki, her türlü otoriter, totaliter, dikta ve baskı rejimleri
görünüşte bazı demokratik ilkelere sahip olsalar bile demokrasi sayılmazlar.
Yönetimde zamanla ortaya çıkan oligarşik yönelimler, demokrasinin görünüşünde
kalmasına yol açabilir.
Demokrasi bir oluşum içindedir. Dolayısıyla demokrasinin tanımı ve koşulları
üzerinde, tüm dünyada görüş birliği sağlanmış değildir. Amerika Birleşik
Devletleri'ndeki renk ayrılığını biz Türkiye'de yadırgarız. İngiltere'deki avam
kamarası da bir İsviçreliye hoş bir demokrasi eseri olarak görünmez. Ama, bu
ülkelerin demokrasi uygulamadıkları savunulamaz. Tersine, bu iki devletten
İngiltere'nin en eski demokrasiye; Amerika'nın ise, en ileri demokrasiye sahip
olduğu kabul edilir.
Günümüzde yaygın olarak paylaşılan görüşe göre çağdaş demokrasilerin
nitelikleri şunlardır:
çağdaş bir demokrasi;
- anayasayı,
- meclisi,
- adil bir seçim düzeni ve dürüstçe yapılan seçimler,
- siyasi partileri ve kısıtlanmayan bir muhalefeti,
- hakkın kuvvete üstünlüğünü, yani "hukuk devleti" oluşu
- sınıfsız toplumu,
- sivil toplum örgütlerinin oluşumuna olanak sağlanmasını,
- sendika, dernek ve basın gibi demokratik kuruluşların etkinliklerinin
kısıtlanması,
- özgürlük ve siyasal eşitliği,
- bireysel çıkarların toplumsal çıkar sınıfları içinde kalmasını,
gerektirir.
Yalnız bu niteliklerden son ikisinin derecesi üzerinde görüş birliği
bulunmaktadır.
Atatürk, çağdaş demokrasinin niteliklerinden çoğunu içinde bulabileceğimiz
demokrasi anlayışını, 1924 yılında şöyle açıklar:
"Demokrasi prensibi, egemenliği kullanan araç ne olursa olsun, esas olarak
milletin egemenliğine sahip olmasını ve sahip kalmasını gerektirir". Bu noktayı
birkaç kelime ile açıklayalım:
Bizim bildiğimiz; demokrasi siyasidir, onun hedefi, milletin idare edenler
üzerindeki kontrolu sayesinde, siyasi hürriyeti sağlamaktır.
Demokrasinin ikinci özelliği ile ortak, esas itibarıyla ikinci bir özelliği daha
vardır. O da şudur; Demokrasi fikirseldir. Bir kafa meselesidir... Hükümet
prensibi de bir adalet sevgisini ve ahlak fikrini gerektirir. Demokrasi,
esasında ferdidir. Bu nitelik, vatandaşın egemenliğe, insan sıfatıyla
katılmasıdır.
Demokrasinin temel niteliklerinden birisi de eşitliğe çok değer vermesidir.
Bu nitelik demokrasinin ferdi olması niteliğinin zorunlu bir sonucudur. Şüphesiz
bütün fertler aynı siyasi haklara sahip olmalıdırlar. Demokrasinin bu ferdi ve
eşitliğe değer veren niteliklerden genel ve eşit oy prensibi çıkar.
Çağdaş demokrasilerin niteliklerini ve Atatürk'ün demokrasi anlayışını kendi
sözleriyle belirttikten sonra, çağdaş demokrasi ilkeleri açısından Atatürk'ün
demokrasi uygulamalarının açıklanmasına geçebiliriz. Ancak, bunu yapmadan önce
de, Atatürk dönemindeki siyasal rejimlere ve Atatürk'ün bu rejimler hakkındaki
düşüncelerine bir göz atmakta yarar vardır.
Atatürk'ün yaşadığı çağdaş siyasal rejim ve model olarak şu örnekler vardır.
Batı Avrupa'nın çok partili parlamenter demokrasisi, Sovyet Rusya'da 1917
devriminden sonra ilan edilen sosyalist rejim (Bolşevik, Proleterya
Diktatörlüğü) daha sonra bunlara, 1922 yılında İtalya'da Musolini'nin
önderliğinde kurulan tek partilinazi rejimini ekleyebiliriz. Amerikan demokrasi
ise katı kuvvetler ayrılığına dayanan ve federal bir cumhuriyet niteliğinde olan
başkanlık sistemi şeklindeydi.
"Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir: ben, milletimin ve en büyük
atalarımızın en değerli miraslarından olan istiklal aşkıyla dolu bir adamım"
diyen Atatürk, ister sağda, ister solda olsun, diktatörlüklere iltifat ve itibar
etmemiş ve yeni Türkiye için, bunların içinden uygulanabilir tek model ve
siyasal rejim olarak batı Avrupa'nın çok partili parlamenter demokrasisini
seçmiştir.
Çağdaş demokrasinin en önemli koşullarından biri, devletin temel kuruluşunu,
bireylerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen ve halkın onayından geçmiş bulunan
bir anayasanın olmasıdır. Ulusal irade ve ulusal egemenlik, anayasaların
güvencesi altındadır. Temel hak ve özgürlükler, anayasanın sözüne ve ruhuna
uygun olarak, ancak yasalarla sınırlanabilir. Yasalar, hangi nedenle olursa
olsun bu hakların özüne dokunmaz. Hemen TBMM'nin açılışından sonra, ulusal
egemenliği ilan eden ve 1876 anayasasına ek bir yasa niteliği taşıyan 1921
anayasası ile kurtuluş savaşı sonrasının gereksinimlerini karşılamak ve 1921
anayasasının eksiklerini gidermek üzere hazırlanan 1924 anayasası, Atatürk'ün,
demokrasinin gereği olan anayasaya ne kadar önem verdiğinin kanıtlarıdır.
Atatürk, 1924 anayasasının yeni Türk Devleti yapısını açıklayan bazı maddelerini
şöyle belirtir:
"Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasası, zamana en uygun milli egemenlik esaslarını,
hükümlerini kapsar. Birkaç maddesini, daima hatırda tutmak için burada aynen
tekrar edelim:
"- egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
- Türkiye büyük millet meclisi, milletin tek ve gerçek temsilcisi olup, millet
adına egemenlik hakkını kullanır.
- yasama ve yürütme kuvveti, büyük millet meclisinde oluşur ve toplanır.
- yargı yetkisi millet adına usuller ve kanunlar çerçevesinde bağımsız
mahkemeler tarafından kullanılır."
Çağdaş demokrasilerin bir başka koşulu da, halkın oylarıyla üyelerden oluşan
ve bu nedenle ulusal irade ve egemenliği yansıtan, yasama ve yürütme alanında
yetkili bir meclisin olmasıdır. Meclis, yasama yetkisini doğrudan kullandığı
halde; yürütme yetkisini, kendi içinden çıkan, kendi iradesine ve emrine bağlı
olan bir hükümet aracılığıyla kullanır ki buna "meclis hükümeti" denir.
Ülke elden giderken, Osmanlı mebuslar meclisi kasım 1918'den beri çalışamaz ve
kapatılmış durumdadır. Mustafa Kemal, büyük mücadelelerle meclisin açılmasını
sağlar. Komutanlara, İstanbul'dan görevlendirileceklere yerlerini bırakmamaları
yolunda gönderdiği genelgelerde meclis'in açılmasından söz eder (24.7.1919)
Erzurum ve Sivas kongreleri bildirilerine de bu isteği geçirir. 1919 Kasım ayı
başında İstanbul Hükümeti temsilcisi, denizcilik bakanı Salih Paşa ile görüşme
konusu yapar, kabul ettirir. Meclis'in İstanbul'da toplanmasına engel olmazsa
da, İngilizlerin bu kenti askeri olarak işgal etmeleri ve son Osmanlı meclisini
basmaları üzerine 23 nisan 1920'de TBMM'nin açılmasını sağlar:
"Millet, mukadderatını doğrudan doruya eline aldı ve millet saltanat ve
egemenliğini bir kişiyle değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden
oluşan bir yüce meclis'de temsil etti işte o meclis, yüksek meclisinizdir.
TBMM'dir. Milletin saltanat ve egemenlik makamı, yalnız ve ancak TBMM'dir."
Kurtuluş savaşının en zor günlerinde kararların mecliste alınmasına büyük
özen gösteren büyük önder, ulusal iradeye olan saygı ve inancını şu sözlerle
dile getirir.:
"Devlet ve milletin geleceğine milli irade etken ve hakimdir. Ordu bu milli
iradenin emrinde ve hizmetindedir."
"Milletin irade ve isteğine uymayanların sonu yokluktur ve yok olmaktır."
Çağdaş demokrasilerin bir başka koşulu ve işlerlik mekanizması olan adil bir
seçim düzeni ve dürüstçe yapılan seçimlerle halkın genel iradesi meclise yansır.
Adil bir seçim düzeni, çoğunluk ve azınlık görüşlerinin mecliste dengeli bir
oranda yansımasına olanak verir.
"Çoğunluk" ve "azınlık" kavramları, demokrasinin diğer ilkelerindendir. Çoğunluk
yönetimi demokrasinin başlıca öğesidir. Seçimlerde ortaya çıkan çoğunluk,
yönetime halk adına sahip olur ve onun adına tüm yetkileri kullanır. Kuşkusuz
çoğunluk yönetimi, yetkilerini kullanırken, hukuk devleti ilkesiyle sınırlıdır.
Ayan (senato) denilen ikinci meclis üyelerinin bütünüyle, mebuslar meclisinin
dörtte bir üyesinin padişahça seçildiği, çoğunluktaki partiye bakılmaksızın
padişahça istenilenin hükümette görevlendirdiği bir ortamda, meclisin seçimlerle
oluştuğu, İslâm dünyasında ilk kez ve avrupa'nın birçok ileri demokrasi
ülkesinden önce kadınlara belediye (1930), muhtarlık (1933) ve milletvekilliği
(1934) seçme ve seçilme hakkının verildiği ortama Atatürk döneminde geçildiği
düşünülürse, ulu Önder'in bu bakımdan da tam bir demokrat olduğunu belirtmek
gerekir. Bunun da ötesinde Atatürk, seçimlerde çok dikkatli olunması gerektiğini
belirterek, eşsiz yol gösterici özelliğini bir kez daha ortaya koyar:
"Seçimlerde, şahıstan ziyade milletin çıkarlarına en uygun ilke ve programları
uygulayabilecekleri seçmek önemlidir. Bu konuda, hemen hemen bütün vatandaşlar
yardıma muhtaçtırlar. Bu yol gösterme işini siyasal partiler yapar."
Atatürk bu sözleriyle, çağdaş demokrasilerin önemli koşullarından diğer biri
olan, "siyasi partiler ve kısıtlanmayan bir muhalefet bulunması" düşünce ve
inancına sahip olduğunu da gösterir. Maalesef ki, Atatürk demokrasinin
eleştirilebilecek en önemli eksiği de buydu. Bununla birlikte Atatürk,
sağlığında demokrasinin ayrılmaz bir parçası olan çok partili siyasal yaşamı
kurmak için iki deneme yapılmasına olanak sağlamıştı. Bu denemelerden ilki, 1924
yılında "terakkiperver cumhuriyet fırkası" nın kuruluşudur. Bilindiği gibi,
Kurtuluş Savaşı'nda Atatürk'le el ve gönül birliği yapmış olan bazı komutan ve
politikacılar savaştan sonra, çeşitli nedenlerle, Atatürk'ten ayrılmışlar ve ona
karşı yoğun bir muhalefete girmişlerdir. Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy,
Refet Bele, Adnan Adıvar, Rauf Orbay, Halide Edip Adıvar bunların en ünlüleri
idi. Nitekim, sayılan kişiler daha sonraları Kazım Karabekir Paşa'nın
başkanlığında cumhuriyet tarihindeki ilk yasal muhalefet partisini
oluşturmuşlardır. Az zaman sonra doğuda patlak veren Sait İsyanı üzerine
"Takriri Sükun Kanunu" meclis'ce kabul edilmiş, parti kapatılmış ve istiklal
mahkemeleri yeniden faaliyete geçirilmiştir. Parti liderlerinden bazıları, daha
sonraları İzmir suikastı davasında sanık olarak tutuklanmışlardır.
Atatürk, 1930 yılında yeniden bir siyasal parti denemesi yapmış, bu defa eski
başkanlardan sevdiği ve güvendiği yakın arkadaşı Fethi Bey'i (Okyar) bir parti
kurmaya memur etmişti. Bunun üzerine fethi bey, merkezi İstanbul'da olmak üzere
12 Ağustos 1930'da "Serbest Cumhuriyet Fırkası"nı kurmuş ve Ege'den başlayarak
örgütlenme çabalarına başlamıştır. Atatürk'ün yine yakın arkadaşı Nuri Bey
(Conker) de partinin ikinci adamı olmuştur. Halk Partisi'nden on iki
milletvekili bu partiye geçmiş; Atatürk, kardeşi Makbule Hanım'ı (Atadan) da
üyeler arasına katarak, yöneticilere güven duygusu aşılamak istemiştir.
Parti'nin resmi bir yayın organı yoktu; ama İstanbul'da yayımlanan Yarın, Son
Posta ve Tan gazeteleri bu partinin görüşlerini yansıtıyorlardı. Parti üç ay
gibi kısa bir sürede 37 ilde örgütlenmişti.
Atatürk, yeni devletin devrim ve cumhuriyet ilkeleri üzerinde partilerin
titizlik göstermesi gerektiği uyarısını 1 kasım 1930 tarihindeki meclis
konuşmasında yapmayı da ihmal etmez:
"Siyasi hayatımızda yeniden fırkaların (partilerin) oluşması, belediye
seçimlerinden önceki yakın günlerde vuku buldu. Bu münasebetle dikkate değer
evrelere tanık olduk. Bu gözlemlerin verdiği deneylerden, Türk milleti,
cumhuriyetin varlığı ve ilerlemesi için yararlanmalıdır. Siyaset alanında
karşılıklı faaliyetin verimli gelişmeleri, ancak vatandaşlar arasında düşmanlığa
yer verilmemesi ile sağlanabilir. Bunun çareleri: partilerin içine girebilecek
samimiyetsiz ve gizli amaçlı unsurların; kanun üstünde sonuç isteyenlerin bütün
milletçe iğrenç görülmesi ve bir de, cumhuriyet esası üzerinde çalışan
partilerce bu gibilerin faaliyetlerinden her zaman uzak kalınmasıdır."
Üstelik Atatürk, partinin kurucusu Fethi Bey'in partiyi örgütlerken uğradığı
bazı haksızlıklarla ilgili olarak yakınmalarını dile getiren mektubunu
yanıtlarken, 11 eylül 1930 tarihli mektubunda, hem parti çalışmalarının
engellenemeyeceği güvencesini verir, hem de "laiklik" üzerindeki duyarlılığını
belirtir.
"Ali Fethi Beyefendiye, 8.9.1930 tarihli mektubunuzu aldım ve dikkatle okudum.
Kendimi, değerlendirmelerinize ve sorularınıza reisicumhur ve Cumhuriyet Halk
Fırkası'nın genel başkanı olarak iki sıfatlı muhatap gördüm. Başkanlık İsmet
Paşa tarafından yerine getirilmektedir. Olunmaktadır. Memnuniyetle tekrar
görüyorum ki, laik cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta,
bir taraflı olarak daima aradığım temel budur. Reisicumhurluğun bana verdiği
yüksek ve kanuni vazifeleri, hükümette olan ve olmayan partilere karşı adilane
ve tarafsız ifa edeceğime ve laik cumhuriyet esası dahilinde, fırkanızın her
çeşit siyasi faaliyet ceryanlarının bir engele uğramayacağına güvenebilirsiniz
efendim."
Buna karşın, az zaman sonra partiye, Atatürk devrim ve ilkelerine karşıt görüşlü
birçok kişinin girdiği veya sızdığı görülmüştür. Serbest cumhuriyet fırkası az
zamanda bütün yurtta hızla gelişti ve partilerin taşkınlıkları, merkezi
otoriteye başkaldırma sayılabilecek bazı hareketleri yer yer görülmeye başlandı.
Serbest Cumhuriyet Fırkası, üyelerinin giderek artan taşkınlıkları nedeniyle,
muhtemelen Atatürk'ün de uygun görmesi ile Fethi Bey tarafından 18 kasım 1930'da
kapatılmıştır. Nitekim, yaklaşık bir ay sonra da, Menemen'de, bir irtica olayı
patlak vermiş ve baslarında Derviş Mehmet'in bulunduğu çeşitli tahriklerle
kışkırtılmış guruplar, menemen kasabasını basmışlar, üzerlerine gönderilen
askeri birliğin komutanı asteğmen Kubilay'ı şehit etmişlerdi. Atatürk bundan
sonra çok partili demokrasi denemesini elverişli koşulların ve ortamın
oluşmadığını görerek, bir süre daha ertelemeyi düşünmüş, onun bu arzusu, yakın
arkadaşı ve ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından ancak 1946 yılında
gerçekleştirilebilmiştir. Atatürk'ün sağlığında çok partili yaşama geçilememiş
olmasının nedenini, O'nun 1937'de söylediği şu sözlerde bulmak olanaklıdır.
"Biz Türkler, ruhen demokrat doğmuş bir milletiz fakat milletimizin yüzyıllarca
yöneten Osmanoğulları kendilerini ve yaldızlı tahtlarını korumak için
atalarımızdan kalıtım yoluyla gelmekte olan bu doğuştan güzel huyumuzu
körletmeye, uyuşturmaya çalışmışlardır. Her alanda geri kalmamanızın biricik
nedeni bu olmuştur."
Çağdaş demokrasilerin koşullarından biri de "hakkın kuvvete üstünlüğü," yani
"hukuk devleti" oluşudur. Nitekim Atatürk'e göre:
"Her halde dünyada bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir."
Çağdaş demokrasilerde, iktidarı elinde bulunduranların devlet gücüne dayanarak
haksızlık yapmalarını önleyebilmek için, yargı yetkisi, ulus adına yasalar
çerçevesinde bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır. Yargıç, güvence altında
olup, yalnız hukuka ve yasalara bağlıdır. Ve vicdanının emriyle hareket eder.
1924 anayasasında yer alan bu ilke konusunda ulu önder şunları söyler:
"Adalet bir devletin esası olduğuna göre, mahkemelerin söz ile değil, gerçekten
tarafsızlığını sağlamak her işin başında gelmelidir. Hak sahiplerine zorluk
çıkarmak, resmi dairelerde işlerini takip eden kimseleri bugün git yarın gel
diye birtakım zorluklara uğratmak hükümet otoritesi maskesi altında halkı
ezercesine davranmak, uygun olmayan işlemlere kalkışmak gibi durumlar kesinlikle
önlenmelidir."
Çağdaş demokrasilerde, devlet hukuk ile bağlı olduğundan, devlet gücünü
elinde tutan çoğunluk hukuk ile sınırlanırken azınlığa da hukuk ile geri
alınamayacak temel haklar tanımak zorunludur. Demokratik sistem anayasalarla
kurulurken, hak ve ödevler baştan yasal yollardan güvenceye alınmalı; azınlık
hakları hiçbir zaman çoğunluğun eline bırakılmamalıdır.
Gerçekten de, Atatürk döneminde bir anayasa mahkemesi olmamakla birlikte,
yargı kuvveti etki altında değildir. O, yasaların uygulanmasını başta tutar;
devlet hukuk sistemini dinsel kökenden alıp roma hukukunu uyarlar; birçok yasa,
batı devletlerinden alınır. Hukukun birleşmesi; şeriye, nizamiye, kapitülasyon
mahkemeleri yerine Türk mahkemelerinin konulması o'nun zamanında olmuştur. En
zor günlerde, istiklal mahkemelerinin çalıştırılmasında bile demokrasi kaygısı
egemen olmuş; bu mahkemeler, yargı organı dışında kurulmuş; böylece Türk yargı
sistemine gölge düşürülmemiştir.
Çağdaş demokrasilerin diğer önemli, bir koşulu da yurttaşların özgür ve
yasalar karşısında eşit olmasıdır. Demokrasi de özgürlük denilince, her kişinin
istediğini düşünmesi, isteğinde inanması, kendisine özel siyasi bir düşünceye
sahip olması akla gelir. Kimsenin düşünce ve vicdanına hakim olunamaz, taarruz
edilemez. Ancak, hiç kimse de düşüncelerini başkalarına zorla kabul ettiremez.
Atatürk cumhuriyetinde de toplum içinde yaşayan insanın kişisel özgürlüğü
birinci planda gelir:
"Her Türk, doğar, hür yaşar, Türkler, demokrat, özgür ve sorumlu
vatandaşlardır."
Atatürk'e göre özgürlük bireylerde ve toplumlarda ilerletici etki yapar:
"Özgürlük olmayan bir memlekette ölüm ve yok olma vardır. Her ilerlememin ve
kurtuluşun anası özgürlüktür."
Bununla birlikte Atatürk, özgürlüğün sınırsız olmadığını da belirterek
özgürlük konusunda şu genel sınırlamayı yapar:
"Demokrasi kayıtsız şartsız serbest olmak değildir. Sosyal kurallarla
sınırlıdır. Kişinin özgürlüğü, başkalarının özgürlüğünün sınırında biter.
Başkasının özgürlük hakkını tanımayan, kendi özgürlük hakkını da tanıtamaz."
Öte yandan Atatürk, bireysel özgürlüklerin devlet yararına yasalarca
sınırlandırılabileceği görüşündedir:
"Kişisel özgürlüğün derecesi, devletin faaliyetlerini zayıf düşürmeyecek
kerterde olmalı, çoğunluğun özgürlüğünü boğmayacak şekilde düzenlenmelidir. Bu
düzenleme, kişinin sorumluluğuna, girişkenliğine ve gelişmesine zarar verecek
dereceye götürülmemelidir. Yurttaşların bu nitelikleri ne ölçüde gelişirse,
devlet için o ölçüde yararlı olur."
Bireysel özgürlüklerin ne kadar sınırlanabileceği konusunda da şunları
söyler:
"Kişisel özgürlüğün ne kadarından vazgeçilmesi gerektiği, içinde bulunulan
zamana ve memlekete göre değişir. Özel zamanlar, özel tedbirler gerektirebilir.
Bir de, özgürlüğün kötüye kullanılması, özgürlüğün geçici fakat geniş ölçüde
sınırlandırılmasını gerektirebilir. Bütün bu tedbirleri ve sınırlandırmaları
tanımak lüzumu, devlet düşüncesi ve kavramını ifade eder. Bu hususlarda
tedbirlerin şiddetini ve sınırların genişliğini ölçmek büyük bir sanattır.
Devlet sanatı işte budur. Bu sanatta isabetin derecesi özgürlüklerin sınırlarını
çizen kanunda görülebilir çünkü, bu sınır ancak kanun yoluyla tespit ve tayin
edilir. Herhalde, vatandaşların genel özgürlük ve mutluluğu için kişilerden,
ancak devlet için zorunlu olan bir kısım özgürlüklerin bırakılması istenebilir."
Demokraside eşitlik esastır. Bu eşitlik medeni ve siyasi haklarda eşitliktir.
Kanun önünde eşitliktir. Söz özgürlüğünde eşitliktir. Yurttaşları eşit ve özgür
olmayan bir devlet idaresinde adalet yoktur. Ve olamaz. Çünkü devlet idaresinde
adalet denilince, yurttaşlar arasında ödül dağıtımında herkese liyakat, hizmet
ve yararlılığına; ceza dağıtımında da suçluluğunun derecesine göre eşit işlem
yapılacağı anlaşılır. Bu ise demokratik eşitliktir.
Atatürk demokrasisinde de yasalar karşısında herkes eşittir. Değişik sınıf ya
da gruplara ayrıcalık tanınamaz:
"Demokraside, egemenliği millete veren halk yönetiminde, sınıf ayırımı diye bir
şey yoktur. Yasalar önünde sosyal eşitlik vardır. Sınıf ayırımından oluşan
engeller kaldırılmıştır"
Özetlemek gerekirse, demokrasi denilince, siyasal partilerin katıldığı
serbest ve dürüst bir seçimle kurulan parlamentolar; adalet ve iyilik duygusuna
dayanan kanunlar; yetki ve sorumluluğu anayasa, yasalar ve kamu oyunca saptanan
hükümetler; bağımsız adalet ve yan tutmayan bir idare, anayasa güvencesinde olan
hak ve özgürlükler; yasa önünde eşitlik, serbestçe etkinlik göstererek kamu oyu
oluşturan demokratik kuruluşlar akla gelir.
Atatürk'ün kurmaya ve geliştirmeye çalıştığı demokrasi düzenini ise şöyle
tanımlayabiliriz:
"Millî egemenlik ve bağımsızlığa bağlı, kuvvetler birliği temelinde çalışan
meclise ve anayasaya dayalı, sınıfsız bir toplum kabul eden; cumhuriyetçi,
milliyetçi, halkçı, laik, devletçi, inkılapçı ilkeler yürüten; iktisadi yaşamını
planlı karma ekonomiye dayatan; bütün dünya ulusları ile her alanda iş birliğine
açık, her türlü diktayı rededen ve çağdaşlaşmayı amaçlayan haklar, özgürlükler,
eşitlik ve kalkınma düzenidir."
Atatürk demokrasinin bugünkü çağdaş demokrasiye, göre eksikliklerini şöyle
sıralayabiliriz:
O dönemde kısa süreli iki deneme dışında çok partili siyasal yaşam yoktur. Tek
parti, devlet yönetimine egemendir. Parti genel başkanı değişmez olup devletin
temsilcisi olan valiler tek partinin il başkanlarıdır. Hak ve özgürlükler batılı
demokratik bir ülkede olduğu gibi geniş, yoğun bir biçimde kullanılmaktadır.
Anayasaya aykırı yasaları denetleyecek bir yüksek organ örneğin "anayasa
mahkemesi" yoktur. Seçimler iki dereceli olup adaylar tek partinin genel başkanı
tarafından belirtilmektedir. Demokrasilerde temel olan basın özgürlüğü de kısmen
kısıtlıdır. Kısacası uygulamada görünen tam bir batılı demokrasi değil, ölçülü
bir demokrasidir.
Ancak, Atatürk'ün amaçladığı düzen tam demokrasidir. Çünkü, O'na göre Türk
insanının doğasına en uygun yönetim biçimi demokrasidir.
"Her türk doğar, hür yaşar.. Türkler demokrat, özgür ve sorumlu vatandaşlardır."
çünkü;
"Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun, olan idare; cumhuriyet
idaresidir."
"Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir."
Sonuç : Atatürk yönetiminin, demokratik rejimi hazırlama dönemi olduğunu
belirten prof. Maurice Duverger (Morıs Düverje)'nin dediği gibi:
"Atatürk, yaşamı boyunca demokratik rejimi kurmak için uğraşmış çok güçlükleri
yenmiş, tamamlanmasını ulusun diğer bazı ihtiyaçları gibi yeni kuşaklara
bırakmıştı."
"Milli azim ve bilincin kıymetli eseri olan değerli cumhuriyetin bugünkü ve
yarınki neslin demir ellerinde her an yükselip sağlamlaşacağına güvenim tamdır."
"Türkiye cumhuriyeti; her anlamda, büyük Türk milletinin öz ve değerli malıdır.
Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek, sonsuzluğa kadar yaşayacaktır."
Bu güvenini birçok konuşmasında tekrar eden büyük önder, çağdaş düzeyde ve
demokratik bir devlet yaratmak ülküsünün gençler tarafından bir ödev olarak
kabul edileceğinin de bilincindedir:
"Cumhuriyeti biz kurduk, onu yaşatacak ve yükseltecek sizlersiniz."
Fani varlığı ile Türk ulusunun yaşamında parlak bir yıldız gibi kayıp geçen
Atatürk,
"Biz Türkler ruhen demokrat doğmuş bir milletiz"
diyerek, sınırsız bir gurur ve güvenle en iyi yönetim biçimini yakıştırdığı aziz
ulusunun tüm varlığına yaşıyor; yön verdiği devrim ve ilkeleri ile özlemini
duyduğu çağdaş uygarlık yolunda "Türk ulusunun yüce önderi" olarak liderliğini
sürdürüyor.
Kaynakça:
· Toktamış Ateş "Demokrasi, Kavram-Tarihi Süreç Ülkeler, İst. 1976"
· Niyazi Berkes "Türkiye'de Çağdaşlaşma" İst.1978
· Anıl Çeçen "Atatürk ve Cumhuriyet" Ank.1981
· Hamza Eroğlu "Atatürk ve Türk Toplumu" Ank.1981
· Ayferi Göze "İnkılap Tarihimiz ve Atatürk İlkeleri" İst.1985
· Enver Ziya Karal "Atatürk'ten Düşünceler" İst.1986
· Çetin Özek "Türkiye'de Laiklik" İst.1962
· Tarık Zafer Tunaya, "Devrim Hareketleri İçinde Atatürk- Atatürkçülük " İst.
· Atatürk, Söylev ve Demeçler, Ank.
· Atatürkçülük, Gn.Kur.Yay. 3.kitap, Ank.1983
Makaleyi Gönderen : Uğur YİĞİT
ATATÜRK VE CUMHURİYET EĞİTİMİ
Birinci Dünya Savaşı sonunda batılı devletler, askerî, siyasî ve ekonomik
olarak bitmiş zannıyla, altı yüzyıllık Osmanlı Devletini paylaşmanın çok kolay
olacağını düşünüyorlardı. Onlara göre, yeni bir kimlikle ortaya çıkmak isteyen
Türk ordusu, başlatmış olduğu Kurtuluş Savaşı'ndan galip çıksa bile, tahrip
olmuş hiçbir kurumunu yeniden inşa edemezdi. Ancak, batılı devletlerin görmezden
geldiği bir lider vardı. O da Mustafa Kemal'di. Türk ulusu, büyük önderi
sayesinde olağanüstü gayretlerle bağımsızlığını kazanmış, yeniden yapılanma
yolunda inkılâpları hızla uygulamaya koymuştur.
O Büyük Önder ki, savaş meydanlarından sonra asıl kazanılması gereken
savaşların, ekonomik zaferler olduğunu, aksi takdirde çok büyük zaferlerin bile
kısa bir sürede unutulacağını biliyor; bunun için de Kurtuluş Savaşı bitiminde
İzmir'den Ankara'ya dönüşünde:"Küçük savaş bitti. Asıl büyük savaş yeni
başlıyor. Büyük savaş cehaletle yapılacak olan savaştır. Bunun tek yolu da millî
bir eğitim politikası oluşturmaktır." diyordu. Hedef, Türk milletinin geri
kalmasına sebep olan bazı kurumların yerine, toplum hayatında çağdaş gelişmeyi
sağlayacak modern kurumlar oluşturmak ve kalkınmadaki temel atılımları bir an
önce gerçekleştirmekti. Bunun yolu eğitimden geçmekteydi. Atatürk'e göre:
"Eğitim, bir milleti ya hür müstakil, şanlı yüksek bir cemiyet hâlinde yaşatır,
ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder." İşte bütün bunları
gerçekleştirmenin en etkili yolu eğitimde yapılacak köklü devrimler ve
değişikliklerdi. Atatürk, eğitimin millî, lâik, akılcı, gerçekçi ve ihtiyaca
cevap veren bir öze sahip olması için gerekli tedbirleri alarak, dil, tarih,
hukuk ve yazı alanlarında yapılan köklü değişikliklerle çağdaş gelişmenin önünü
açmıştı. Yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin sağlam temeller üzerinde kurulması için
özellikle millî eğitim işlerinde başarıya ulaşılması gerekiyordu. Bu yüzden
Atatürk, gittiği her yerde ve katıldığı bütün toplantılarda, cehaletin ve
yoksulluğun ancak eğitim yoluyla ortadan kaldırılacağını önemle belirterek
gerçekleri açıklamıştır.
Türk ulusu, eğitim kadrosunu oluşturmak için bütün güçlerini seferber ederek
öğretmenler yetiştirmiş ve bu eğitim ordusunu yurdun dört bir tarafına
dağıtmıştır. Artık cehaletle savaş başlamıştır. Bu savaş, aynı zamanda tarih
boyunca aleyhimize kullanılan bütün olumsuzluklara karşı yapılan bir savaştı. Bu
savaş ile bütün dünya, hayretler içerisinde Türkiye'deki değişimleri izleme
durumunda bırakılmıştır. Yıkıntılar üzerinde genç, dinamik ve modern bir
devletin filizleri yeşermeye başlamıştır. Bu durum için: "Az zamanda büyük işler
başardık." diyordu Büyük Önder. Gerçektende kısa süre içerisinde,
eğitim-öğretimdeki kurumlar yaygınlaştıkça yeni kadrolar yetişmiş, bu kadroların
çalışmaları ihtiyaca cevap verdikçe, kalkınmada büyük gelişmeler sağlanmıştı.
Köy enstitüleri, diğer yüksek okul ve üniversitelerin açılmasıyla çok önemli
şahsiyetler yetişmiş ve bu şahsiyetler herkesi gururlandıracak işler
yapmışlardır.Atatürk bir sözünde,"Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda
olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen
eremediğimizi, fakat asla pes edip, taviz vermediğimizi, aklı ve ilmi rehber
edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Bundan dolayıdır ki ben, manevî miras olarak
hiçbir ayet, hiçbir doğma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum.
Benim manevî mirasım ilim ve akıldır." diyerek bizlerin daha çok çalışmamızı ve
müreffeh bir toplum olmamızı şiddetle istemiştir. Yine bir konuşmasında,"Zaman
sür'atle ilerliyor. Milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk
anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler
getirdiğini ileri sürmek aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur."
demiştir.Her konuda olduğu gibi eğitim ve öğretime Atatürk kadar önem veren kaç
lider var, doğrusu merak ediyorum. "Erkek ve kız çocuklarınızın, aynı surette
bütün tahsil derecelerindeki talim ve terbiyelerinin âmeli olması mühimdir.
Memleket evlâdı her tahsil derecesindeki iktisadî hayatta âmil, müessir ve
muvaffak olacak şekilde teçhiz olmalıdır." diyen Atatürk bunun için de,
"Öğretmenlerin çok iyi yetişerek Türkiye Muallimler Birliğinin bütün memlekette
taazzuvuna, Konya'yı olduğu gibi Van'ı ve Hakkâri'yi de teşkilâtı dahiline
almasına ve her köyde âzaya mâlik bulunmasına derin bir alâka ile intizar
edeceğim.
Muallimler, Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek
seciyeli muhafızlar ister. Yeni nesli, bu evsaf ve kabiliyette yetiştirmek sizin
elinizdedir." diyerek en fazla öğretmenleri önemsemiştir. Bu sebeple Atatürk'ün
manevî mirasına en fazla sahip çıkması gereken kesim, öğretmenlerdir. Tabiî ki
öğretmen yetiştiren kurumların da kaliteli bir eğitimi gerçekleştirebilecek
şekilde teknolojik araç ve gereçlerle donanmaları şarttır. Sadece bu şekilde
sağlıklı düşünen, çalışkan, üreten ve milletini seven nesiller yetiştirebiliriz.
Buna da çok ihtiyacımız var. Çünkü, bu ülkenin kişilikli, bilgili ve çalışkan
insanlara ihtiyacı var. Gerçekten de artık, sanayicisiyle, işçisiyle,
köylüsüyle, esnafı, memuru ve öğretmeniyle Atatürk'ün belirttiği gibi çağdaş
eğitim sistemimizi yerine oturtmamız gerekir. Huzurlu, mutlu ve zengin bir ülke
olmanın yolu buna bağlı demeye gerek var mı acaba?!...
Zeynel YÜKRÜK Murat İlköğretim O. Md. Yard. / ELAZIĞ
CUMHURİYETÇİLİK
Birçok yazarlar, cumhuriyeti hem bir devlet şekli, hem bir hükümet şekli
olarak kabul etmektedirler. Devlet şekli olarak cumhuriyet, egemenliğin bir kişi
veya zümreye değil, toplumun tümüne ait olduğu bir devleti ifade eder. Devlet
şekillerinin tasnifindekullanılan başlıca kriterlerden biri egemenliğin kaynağı
olduğuna göre, cumhuriyetin bu anlamda bir devlet şekli olduğuna şüphe yoktur.
Ancak cumhuriyet, aynı zamanda bir hükümet (devlet yönetimi) şekli olarak da
kabul edilebilir. Bu anlamda cumhuriyet, başta devlet başkanı olmak üzere,
devletin başlıca temel organlarının seçim ilkesine göre kurulmuş olduğu,
özellikle bunların oluşumunda veraset ilkesinin rol oynamadığı bir hükümet
sistemini anlatır. Böylece cumhuriyet, seçim ilkesine dayanan bir hükümet
sistemi anlamını taşımaktadır. Aslında, devlet ve hükümet şekli olarak
cumhuriyet kavramlarının birbirleriyle çok yakından ilgili olduğu açıktır.
Egemenliğin siyasî toplumun tümünde (millî bir devlette bu siyasî toplum elbette
bir millettir) olduğu bir sistemde, devletin temel organlarının millet
iradesinin ifadesi olan seçimlerle oluşması tabiîdir. Aynı şeklide, devletin
temel organlarının seçimden çıktığı bir sistem, millî egemenlikten veya halk
egemenliğinden başka bir ilkeye dayanamaz.
Türkiye'de Cumhuriyeti ilân eden 29 Ekim 1923 tarihli "Teşkilâtı Esasiye
Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihen Tadiline dair Kanun," "Türkiye Devletinin
şekl-i Hükümeti, Cumhuriyettir" demek suretiyle, cumhuriyeti bir hükümet şekli
olarak vasıflandırmıştı. 1924 tarihli Anayasa ise, "Türkiye Devleti bir
Cumhuriyettir" diyerek, cumhuriyete bizce daha doğru olarak bir devlet şekli
niteliğini vermiştir. Cumhuriyet, daha sonraki Anayasalarımızda da bir devlet
şekli olarak ifade edilmiş ve Cumhuriyet ilkesinin modern Türkiye bakımından
taşıdığı büyük ve tarihî önem dolayısıyle, bu ilkenin bir Anayasa değişikliği
ile bile değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği
hükme bağlan-mıştır (1924 Anayasası, m.102; 1961 Anayasası, m.9; 1982 Anayasası,
m.4).
Görülüyor ki, Cumhuriyetçilik ilkesi Atatürk'ün devlet anlayışının
temellerinden birini oluşturduğunu gördüğümüz millî egemenlik ilkesiyle çok sıkı
ilişki içindedir ye onun tabiî bir sonucudur. Gerçi günümüzün Batı anayasal
monarşilerinde, hükümdarın devletin ve milletin birliğini temsil eden bir
sembolden ibaret hale geldiği, bu ülkelerde etkin siyasî iktidarın tümüyle halk
tarafından seçilen devlet organları tarafından kullanıldığı bir gerçektir. Bu
sebeple, egemenliğin kaynağı hakkındaki teorik düşünceler ve biçimsel kurallar
ne olursa olsun, bu tür rejimlerde de millî egemenlik ilkesinin gerçekleşmiş
sayılacağı ileri sürülebilir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin 8 Kasım 1924
tarihli birleşimindeki gensoru görüşmelerinde Mahmut Esat (Bozkurt) Bey
tarafından ileri sürülen ve Atatürk'ün Nutuk'ta tasviple değindiği şu görüşler
de benzer niteliktedir: "Hâkimiyeti milliye başka bir meseledir. Cumhuriyet,
meşrutiyet, mutlakıyet-i idare, istibdat, yine başka birer meseledir. Bir kısmı
eşkâl-i hükümettir. Diğeri milletin iradesinin infaz ve tatbikidir. Bu dört
şekil içinde, muhtelif şekilde, hâkimiyeti milliyenin tatbik edildiğini
görmekteyiz. Hattâ istibdatta bile bir parça vardır. Meşrutiyette biraz daha
fazla, cumhuriyette daha fazla, binaenaleyh bu noktada bu iki şeyi karıştırmamak
lâzımdır. Hâkimiyeti milliye cumhuriyetin tekâmülü demek değildir. Çünkü
hâkimi-yeti milliye şekil değildir. Ruh ve esas meselesidir." Bununla birlikte,
millî egemenliğin en mükemmel şekilde gerçekleşebileceği devlet şeklinin, devlet
başkanı da dahil olmak üzere, devletin bütün temel organlarının halk tarafından
seçildiği bir cumhuriyet olması gerektiği açıktır.
Millî egemenlikle cumhuriyet ilkesi arasındaki bu yakın ilişki gözönüne
alındığında, Anadolu'da millî egemenliğe dayanan ve millet iradesinden
kaynakla-nan bir rejimin kurulduğu anda, onun aslında bir cumhuriyet niteliği
taşıdığını kabul etmek gerekir. TBMM Hükümeti, adı henüz konmamış bir
Cumhuriyetten başka birşey değildi. Cumhuriyetin ilânına ilişkin TBMM
görüşmelerinde milletvekili Abdurrahman Şeref Bey, bunu çok güzel ifade
etmiştir: "Eşkâli hükümetin tadadına lüzum yok. Hâkimiyet bilâkaydüşart
milletindir dedikten sonra kime sorarsanız sorunuz, bu, cumhuriyettir. Doğan
çocuğun adıdır. Ama, bu ad, bazılarına hoş gelmezmiş, varsın gelmesin."
Şüphesiz, bir devletin adının cumhuriyet olması ve başında da veraset yoluyla
iktidara gelmiş olmayan bir devlet başkanının bulunması, mutlaka o devletin
millî egemenlik ilkesine dayanan "demokratik" bir rejime sahip olduğunu
göstermez. Kendisini cumhuriyet olarak vasıflandırdığı halde, gerçekte ne millet
egemenliği ile ne demokrasi ile hiç ilgisi olmayan devletlerin, tarihte de bugün
de pek çok Örnekleri vardır. Oysa, Atatürk'ün Cumhuriyetçilik anlayışı, sadece
hükümdarlığın reddi anlamına gelen cumhuriyetçilik değil, fakat demokratik
cumhuriyetçiliktir. Atatürk'e göre "demokrasi prensibinin en asrı ve mantıkî
tatbikini temin eden hükümet şekli, cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, millet
tarafından müntehap (seçilmiş) meclistedir. Millet namına her türlü kanunları o
yapar. Hükümete itimat eder ve onu ıskat eder... Cumhuriyette, Meclis,
Reisicumhur ve hükümet, halkın hürriyetini, emniyetini ve rahatını düşünmek ve
temine çalışmaktan başka bir şey yapamazlar. Çünkü bunlar bilirler ki,
kendilerini iktidar ve salâhiyet mevkiine, muayyen bir zaman için, getiren irade
ve hâkimiyetin sahibi olan millettir; ve yine bunlar bilirler ki, iktidar
mevkiine, saltanat sürmek için değil, millete hizmet İçin getirilmişlerdir.
Millete karşı vaziyet ve vazifelerini suiistimal eyledikleri takdirde, şu veya
bu tarzda, millî iradenin, kendi haklarında dahi tecellisine maruz
kalabilirler."
Klâsik devlet nazariyecileri, her devlet şeklinin, kendisine uygun bir
davranış ilkesine, bir prensibe dayandığını, bu ilkeye uyulmadığı takdirde
devletin bozulaca-ğını ve çöküntüye gideceğini ileri sürmüşlerdir. Bu
prensiplere, çağdaş siyasal bilim terminolojisine uygun olarak, bir siyasî
rejimin dayandığı temel siyasî değerler sistemi adı da verilebilir. Bu konuda
derin gözlemlerde bulunmuş olan ünlü Fransız düşünürü Montesquieu'ye göre,
despotizmin (istibdat) prensibi korku, monarşinin prensibi şeref, demokrasinin
(cumhuriyet) prensibi ise, fazilettir.' Atatürk, üstün sezgisiyle, Cumhuriyetin
dayandığı ahlâkî prensibin "fazilet" olduğunu şu sözleriyle ifade etmiştir:
"Cumhuriyet nedir ve sultanlıktan farkı nedir ? Cumhuriyet, fazileti ahlâkiyeye
müstenit bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık korku ve tehdide
müstenit bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar
yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide müstenit olduğu için korkak, zelil,
sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir."
Cumhuriyet ile monarşi arasındaki temel değer ve zihniyet farklarından biri
de, cumhuriyetin "vatandaşlık," monarşinin ise "uyrukluk" (tâbiiyet)
kavramlarına dayanmasıdır. Ne kadar sınırlandırılmış ve anayasallaşmış olursa
olsun, her monarşide geçmişten kalan ve çağdaş eşitlik anlayışıyla bağdaşmayan
birtakım ayrıcalık kalıntıları vardır. Meselâ monarşilerde hükümdarın şahsı,
kutsal ve sorumsuz sayılır. Hükümdarın suç işleyemeyeceği ve hata yapmayacağı
varsayılır. Demokratik rejimin beşiği İngiltere'de bile bu ilke, "Kral hata
yapamaz" (the King can do no wrong) vecizesiyle ifade edilir. Cumhuriyet ise,
bütün vatandaşların eşitliği ve devlet yönetimine eşit olarak katılmaları
temeline dayanır. Cumhuriyette devlet, vatandaşların ortak iradelerinin
ürünüdür. Türkiye Cumhuriyetinin her türlü
eşitsizliğe ve ayrıcalığa karşı oluşunu, aşağıda halkçılık ilkesini incelerken
ayrıntılı olarak göreceğiz.
Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
CUMHURİYET TÜRKİYE'SİNE BİR BAKIŞ
Yirminci yüzyılın başında, hattâ Cumhuriyet'in kurulduğu yıllarda,
Türkiye'nin bir ucundan öteki ucuna, tarımda karasaban dönemi yaşanıyordu;
Türkiyede traktör, İlaçlama âleti, ziraî ilâç, kimyevî gübre üretilmiyordu;
köylümüz bunları kullanmayı bilmiyordu. Tarım teknolojisi bin yıl öncekinden pek
farklı sayılmazdı. Cumhuriyet döneminde, nüfusumuz 10 milyon civarından 50
milyonun üstüne yükseldiği halde, Türkiye halkı 1923'tekinden daha iyi
besleniyorsa, bunu bilim ve teknolojideki ilerlemelere ve artan üretim gücüne
borçluyuz. Cumhuriyetten bu yana nüfusu beş katına yakın artış gösteren
Türkiye'nin, bu süre içinde, buğday üretimini sekiz katına yakın arttırabilmesi
(ve başka tarımsal üretim alanlarında ayni gelişmelerin görülmesi) sayesindedir
ki, Türkiye bugün kendi nüfusunu besleyebilecek sayılı dünya ülkeleri arasında
bulunmaktadır.
Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu günlerde, ülkede sanayi teknolojisi Batı
Avrupa'nın XIX. yüzyılın başında ulaştığı teknolojiden bile geri idi. 1915
yılına ait istatistik bilgilerine göre, elektrik gücü kullanan tesisler son
derecede azdı ve bunlara sadece bir iki şehirde rastlanabilirdi. Ülke, elektrik
çağ! şöyle dursun, buhar çağına bile tam olarak geçmiş sayılmazdı. Dereler
üzerinde kurulup su gücü ile dönen basit değirmenler, sanayi sektörünün önemli
bir kesimini oluşturuyordu. Çeşitli üretim kollarında, işyeri başına düşen
ortalama işçi sayısı 2 veya 3'ten ibaretti. Hiçbir faaliyet kolunda ortalama
işçi sayısı 5'in üstüne çıkmıyordu, iş yerleri, genellikle, "küçük zanaat"
kategorisine giren atölyelerden ibaretti. Üstelik, irili ufaklı bu iş yerlerinin
üçte ikiden fazlası Türk'lerin mülkiyetinde değildi. Yurt içi pamuklu dokuma
tüketiminin yüzde 2'si yerli fabrika, yüzde 23'ü el tezgâhları ve yüzde 75'i
ithal ürünleriyle karşılanıyordu. İthal edilen pamuklu dokuma ürünleri, yerli
fabrika üretiminin 38 katı civarında idi. İleri Avrupa teknolojisi, Anadolu'un
el dokumacılığını da yavaş yavaş yok ediyordu. Türkiye pamuk üretimine elverişli
bir ülkedir. Fakat Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda, insanımızın doğduğu zaman
sarıldığı, yaşadığı sürece giydiği ve öldüğü zaman kefenlendiği bezlerin çoğu
Türkiye'de üretilmiyordu. Kaput bezi, Anadolu'nun pazar yerlerinde "Amerikan
bezi" diye satılıyordu. Birçok yurttaş için, sırtına mintan, ölüsüne kefen bezi
bulmak büyük sorundu. Atatürk'ün Sümerbank bez fabrikalarıyîa başlattığı Türk
dokuma ve konfeksiyon sanayii, bugün kaliteli ürünleriyle, Türk
müteşebbislerinin, teknik elemanlarının ve işçilerinin başarılı çalışmalarıyla,
Avrupa ve Amerika pazarlarında rahatça rekabet edebilir hale gelmiştir. Dönüm
başına elde edilen pamuk miktarındaki büyük artış da, tarım teknolojisinde ve
sulamadaki ilerlemenin sonucudur.
1920'lerin Türkiyesinde, şeker üretecek bir tek fabrika yoktu. İklim sarfları
şeker pancarı üretimine elverişli olan Türkiye, şekerini Rusya'dan, Orta
Avrupa'dan getirirdi. Bugün, Türk köylüsü şeker pancarı üretiminde, dönüm başına
sağlanan verim bakımından dünyanın en ileri ülkeleri düzeyine erişebilmiştir;
bugün ülkemizde yalnız şeker pancarı ve şeker değil, bir şeker fabrikasını
kurabilmek için gerekli olan makina ve cihazlar da üretilmektedir.
Cumhuriyet döneminin başlarında, köylümüz, kullandığı kazmanın, küreğin
sapını ağaçlardan kesip yontar, fakat bunların ucuna takacağı çok basit bir
çelik parçası için yabancı ülkelerin mamullerini arardı. Bundan otuz yıl önce
bile, Türkiye'de traktör sayısı yok denecek kadar azdı. Ülkemizde traktör,
kamyon, otomobil, otobüs üretilmesi şöyle dursun, bu araçların en basit parçalan
bile yapılamıyordu. Kısa bir süre öncesine kadar tarlalarına traktör girmeyen
Türkiye, bugün -teknoloji transferi yoluyla da olsa- ihtiyacı bulunan
traktörleri büyük ölçüde yurt içinde üretebilmektedir. Kamyon ve otomobil
yapabilen, bazı Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerine motorlu araçlar ihraç
edebilen Türkiye, arîtk yirminci yüzyılın başındaki, hattâ ortalarındaki Türkiye
değildir.
Bugün, büyük kapasitede üç ve orta boyda birçok demir-çelik tesisine sahip
olan Türkiye, artık demiryollarının yalnız raylarını değil, vagonlarını, hattâ
lokomotif-lerini üretebilecek düzeye gelmiştir. Kimyevî gübre, petro-kimya
sanayilerini kurmuştur.
1923'te, hattâ daha sonraları, bir torba çimento, basit bir musluk veya birkaç
metre su borusu bile imâl edemeyen Türkiye, bugün her çeşit inşaat malzemesini
üretmekte, bir kısım ürünlerini yurt dışına satabilmektedir. Bir torba çimento
yapamadığı için çimentoyu İngiltere'den, fayansı ispanya'dan, bir tabaka cam
üretemediği için pencere camını çeşitli Avrupa ülkelerinden getiren Türkiye,
bugün, çimentoyu da, fayansı da ihraç eden, ürettiği camları Avrupa ve
Amerika'da pazarlayabilen bir ülke haline gelmiştir. 1923'te bir devlet binası,
bir hastahane inşa edilirken, yalnız demiri, çimentoyu, sıhhî tesisat
malzemesini, boyayı, kiremiti vb. değil, mühendisi, ustayı ve kalifiye işçiyi
bile dışardan getirmeğe mecbur olan Türkiye, bugün dış ülkelerde büyük
bayındırlık işlerinin, dev inşaatların yapımını yüklenebilmededir.
Öğrencilerin elindeki basit bir kurşunkalemi, silgiyi, kitap ve defter kâğıdını
üretemeyen; yalnız dikiş makinasını değil, dikiş ipliğini bile yapamayan;
sofradaki bardağı, tabağı, çay-kahve fincanını bile dışardan almağa mecbur olan
Türkiye artık geçmişte kalmıştır.
Cumhuriyet kurulduğunda elektrik üretimi sıfıra yakın olan; bir tek köyünde bile
elektrik bulunmayan; hattâ iki veya üçü hariç, bütün il merkezleri elektriksiz
olan Türkiye, bugün bütün illerini enterkonekte elektrik şebekesine
bağlayabilmiş, bütün ilçelerini elektriğe kavuşturmuş; hattâ illerinin bir
çoğunda elektriksiz köy bırakmamıştır. Türkiye'nin her köşesini elektrik
enerjisine kavuşturma yolunda büyük mesafe alınmıştır.
Sadece, bazı alanlardan birkaç örneğini verdiğimiz ve saymakla bitmeyecek olan
bütün bu ilerlemeler yeterli midir? Kesinlikle hayır!...
Cumhuriyet dönemine girerken Türkiyenin hareket noktası çok gerilerde idi.
Bilim, teknoloji ve eğitim alanında, ileri ülkelerle aramızda büyük bir uçurum
vardı. Bilim, teknoloji ve çağdaşlaşma hamlesine 1632' de tahta geçen Birinci
Petro ile başlayan Rusya, hatta Osmanlı devletinden ayrılan Balkan ülkeleri
bile, bu alanlarda Osmanlı devleti ile kıyaslanamayacak kadar ilerde idiler.
Çağdaşlaşma hamlesine 1860'larda başlayan Japonya, Osmanlı devletinden farklı
olarak, millî bütünlüğe sahip bir ülke idi; çağdaşlaşma atılımını başlattığı
sırada parçalanma değil, yükselme yolunda bulunuyordu; istilâ tehditlerinden
uzaktı. Tarih boyunca, dünyada, yabancı istilâsına ve hırsına en çok hedef olan
bölge Osmanlı devletinin bulunduğu bölge iken, Japonya, çağlar boyunca dünyanın
en az istilâ görmüş köşesinde yer almıştı. Resmî bir devlet dininin bulunmayışı,
dinin devlet işlerine karışmaması ve çağdaşlaşmaya en küçük ölçüde karşı
c'ıkmaması, Japonya'nın bir başka özelliği idi. Belki de en önemli fark olarak
Japonya, daha 1918 de öğrenim çağındaki çocukların % 98'ini okula kavuşturmuş
bulunuyordu. Halbuki, 1923'te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, çocuklarının % 90'ı
okuldan yoksun bir ülke devralmıştı; Üsteliki eğitimden yararlanır gibi görünen
çok sınırlı sayıdaki evlâtlarımızın büyük çoğunluğu da, çağdaş bilim ve eğitimle
hiç ilgisi olmayan medreselere deyam eder durumda idiler. Aşağıda göreceğimiz
üzere, Cumhuriyet kurulduğunda, her alanda olduğu gibi eğitim alanında da
hareket noktası çok gerilerde idi. Düşününüz ki, bütün
Türkiye'de liselerin dokuzuncu, onuncu, onbirinci ısınıflarında okuyan
öğrencilerin sayısı sadeee 1247'den ibaretti... Hiçbir alanda yeterli sayıda
yetişmiş eleman yoktu. 1911 Trablus ve 1912'deki Büyük Zafer'e kadar, Türk
Milleti, üç ayrı kıt'ada ve pek çok cephede âdeta aralıksız savaşmağa mecbur
kalmıştı. Cumhuriyet yönetimi, bir uçtan bir uca harap, insangücü kaynakları
erimiş, üstelik Osmanlı döneminin dış borçlarının bir kısmını ödemeğe mecbur,
yoksul ve bitkin bir ülke devralmıştı. Kurtuluş Savaşı destanı bu şartlar içinde
yaratılmıştı. Türk Milleti,; bilim ve teknoloji atılımını da, bu güçlükler
içinde başlatmağa mecburdu.
Bütün bu gerçekler ve güçlükler göz önünde tutulursa, Türkiyenin Cumhuriyet
döneminde yaptığı atılımın önemi ye değeri daha iyi anlaşılır. Hareket
noktasının ne olduğu iyi bilinirse, Türkiye Cumhuriyetinin sağladığı başarılar
küçümsenemez. Ancak, Atatürk Türkiyesinin evlâtları, sağlanan başarıyı hiçbir
şekilde yeterli göremezler. Önümüzde,aşılması gerekli çetin ve uzun yollar
bulunduğunu da bilmelidirler. Atatürk'ün, daha Cumhuriyetin Onuncu yılında
söylediği gibi "az zamanda çok ve büyük işler yaptık" diye sevinsek bile, hemen
bu cümlenin ardından büyük önderin söylediği şu sözleri de hatirlamamız gerekir:
"Fakat yaptıklarımızı asla yeterli görmeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler
yapmak meeburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en bayındır ve en medenî
ülkeleri seyiyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve
kaynaklarına
sahip kılacağız. Millî kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin
üstüne çıkaracağız... Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da
muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir.
Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekîdir. Çünkü Türk milleti, millî birlik
ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk
milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında
tuttuğu meş'ale, müsbet ilimdir". Bilim ve teknoloji yarışının hızlanarak sürüp
gittiği dünyamızda, Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlere düşen görev bu
bilim meş'alesine sahip çıkmaktır.
Hiç şüphe yok ki, Cumhuriyet gençliği, Atatürkün ne derecede elverişsiz
şartlar içinde ne kadar büyük güçlükleri aştığını hatırlayarak, onun engin
yurtseverliğinden ve aydınlık düşüncelerinden ilham alarak, çağdaş bilim ve
teknolojiye egemen olacak, en çetin güçlükleri yenecektir.
Turhan Feyzioğlu
Atatürk Araştırma Merkezi Üyesi
İŞTE CUMHURİYETTEN BEKLEDİĞİMİZ NETİCE
Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa'ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi
iskelede etrafını çevirmiş bulunmaktaydı. Bir kadının elinde bir kâğıtla
Atatürk'e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf bir kadındı. Ata'nın yolunu keserek
titrek bir sesle:
- Beni tanıdın mı oğul? dedi. Ben sizin Selanik'te komşunuzdum. Bir oğlum var.
Devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür
dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış. Ne olur bir kere de siz söyleseniz.
Atatürk'ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler
ya-parak ve yüksek sesle:
- Oğlunu almadılar mı? dedi. Ben tavsiye ettiğim hâlde mi almadılar? Ne kadar
iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...
Kadın, kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden geçmiş bir
sesle:
- İşte cumhuriyetten beklediğimiz netice... diyordu.
Hulusi KÖYMEN
SEÇİM BİZİM
Türkiye Cumhuriyeti yetmiş yedi yıllık oldukça genç bir ülkedir. Yetmiş yedi
yıldır oluşma, gelişme, varlığını sürdürebilme, kendini kanıtlayabilme gibi
yoğun çabalar içinde olan Türkiye, tarihi boyunca inişler ve çıkışlar yaşamıştır
ve yaşamayı sürdürecektir. Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde yoğun bir
kapalılık ve geri kalmışlığın içinde bulunan Türk milleti, Kurtuluş Savaşı'yla
birlikte üzerindeki aksiliklerden silkinmiş ve ilerleme yolundaki adımlarını
hızlı hızlı atmaya başlamıştır. İşte Türk milletinin içindeki potansiyel
enerjiyi harekete dönüştüren, onlara var olan gerçekleri gösteren ve içlerindeki
gücü kullanmak için gereken güveni sağlayan insan Mustafa Kemal Atatürk'tür!
Mustafa Kemal içindeki özgürlükçü ve milliyetçi haykırışları halkıyla paylaştı.
Bu paylaşım, halkın içinde ezelden beri var olan fakat kimilerince yıllarca
bastırılmış duyguları ayaklandırdı. Mustafa Kemal ve halkı, el ele verdi ve
devrim meş'alesini yaktı. İşte o dönemlerden temeli atılan görüşler, anlayışlar,
inanışlar ve yenilikler günümüze dek süregeldi.
Türk milleti her tökezlemesinde, her yanılışında sığınacak bir kimse aramaya
başladı. Yeni Mustafa Kemallerin doğmasını ve yeniden kendilerini kurtarmasını
umdu. Boşa bir bekleyiş başladı ve hâlen sürmekte...Oysa Mustafa Kemal'in
halkına öğretmeyi en çok istediği şey "Medet ummamaktır!" ilerlemek için
çalışmak, çalışmak için istemek, istemek içinse yurdunu gerçek anlamda sevmek
gerekmektedir. Mustafa Kemal bize ışıklı bir yol sundu. Bu yolda ilerlemek ya da
ilerlememek bizim elimizde.Onun yaşamı, söyledikleri, öğütleri Türk milletinin
en büyük hazinesidir. Atatürkçü olmak demek onu anlamak, geçmişe bakıp günümüz
için ders almak demektir. Atatürkçü olmak demek onun fikirlerini öğrenmek,
özümsemek, söylediklerini tartışabilecek kadar açık yürekli olmaktır. Atatürkçü
olmak demek vatanını, insanını, kendisini sevmek demektir. Atatürkçü olmak demek
ileri gitmek, devrimin ışığını yüreğinde hissetmek demektir!Türk genci Atatürkçü
olmak zorunda mıdır? Türk genci yalnızca gerçekleri görmek, okumak, anlamak
zorundadır. Çalışmayı ilke, aydınlığı hedef edinmek zorundadır ve tüm bunları
başarabilmek için kendisine örnek olan, yaşamıyla ve sözleriyle bir rehber
niteliğindeki Ata'sından faydalanmalıdır.Atatürkçü olmalıyız. Ama Atatürk'ü
gerçekten tanıyarak.Onun fikirlerini öğrenerek ve yorumlayarak. Ancak o zaman
gerçekleri fark eder, yerinde saymanın geri gitmekten başka bir şey olmadığını
anlar ve Atatürk'ü bazılarının neden anlamak istemediğini kavrarız!
Önümüzdeki yollar belli. Ya ışıklı yolların sonundaki aydınlık gelecek, ya
karanlıkların içindeki geri kalmışlık... Seçim Bizim!
Selen ESMERAY Anadolu Lisesi Öğrencisi / ANKARA
Şiirler
29 EKİM
Cumhuriyet Bayramı
Geldi bize ne mutlu!
Bayraklarla donattık,
Güzel okulumuzu.
Sokaklarda, evlerde,
Al bayrak dalgalanır.
Onun o al rengini,
Bütün bir dünya tanır.
Yirmi dokuz ekimi
Karşılarız neşeyle,
Çünkü bu günde erdik
Büyük Cumhuriyete.
Yürüyün arkadaşlar,
Hep ileri koşalım.
Bugün bayramımız var.
Gelin bayramlaşalım.
Ali PÜSKÜLLÜOĞLU
AKDENİZ'E DOĞRU
Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti,
Zaferle kalbimize yazdık Cumhuriyeti...
Sakarya'dan su içtik o çelik süngülerle,
Yuvaları dağılmış bir avuç yılmaz erle.
"Hedef Akdeniz, asker!" diyen parmağa koştuk...
Zafer bahçelerinden gül koparmağa koştuk...
Yol gösterdi göklerden bize binlerce yıldız,
Kıpkızıl ufuklardan taştı al bayrağımız.
Koştuk aslanlar gibi kükreyip dağdan dağa
Canavarlar dişinden vatanı kurtarmağa.
Sakarya'dan su içtik o çelik süngülerle,
Yuvaları dağılmış bir avuç yılmaz erle.
Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti,
Zaferle kalbimize yazdık Cumhuriyeti...
Ömer Bedrettin UŞAKLI
ATATÜRK VE CUMHURİYET
Baş eğmişken önünde altı asır her zorluk,
Göçtü bir çınar gibi koca imparatorluk!..
Çatırdattı bu göçüş göklerini vatanın,
Duyunca silkindi Türk narasını "Ata"nın!...
Haykırdı kadın, erkek: "İhtilâl var, ihtilâl"!
Çiğnenemez yerlerde mübarek, şanlı hilâl...
Alev alev bayrağım kızıllıklarda yandı,
Bütün millet "Kemal"in etrafında toplandı!..
Dönünce yurt ananın gözleri bir pınara
Can verdi ulu tanrım bu devrilen çınara!..
Saldı o yeniden kök, filiz, gövde, dal budak:
Irkının şahlanışı ısırttı "Garb"a dudak!..
Çekince Mehmetçik'ler kılıçları kınından,
Göl göl oldu her taraf korkak düşman kanından!
Birleşti siperlerde gazilerle, şehitler,
Yeni bir düzen verdi dünyaya koç yiğitler!..
Dile gelince otuz asırlık şanlı mazi,
Türk'ün kara bahtını ağarttı "Büyük Gazi"!..
Son verip bu cenkte biz binbir kötü niyete,
Kavuştuk sevgilimiz: İstiklâl, hürriyetle!..
Değildir zindan artık bize Anadolu'muz,
Cumhuriyet nuruyla aydınlandı yolumuz!..
Onun kutsal sevgisi taşıyor içimizden,
Gökler dolusu selâm, ölmez "Ata"ya bizden!..
Cemal Oğuz ÖCAL
BİZE SORARSANIZ ÇOCUKLAR
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu bastığımız toprak,
Ay-yıldızlı bayrak,
Diye dalgalanırız çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu okuyup yazdığımız
Yazıdır dilimize uyan,
Diye konuşuruz çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu kılık kıyafet,
Bütün uygar dünyanın
Diye giyiniriz çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu kadın-erkek eşitliği,
Türk'ün benliğine yaraşır,
Diye övünürüz çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu millî egemenlik,
Kendi kendimizi yönetmek,
Diye güveniriz çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu kalkınma yarışı,
Çağdaş uygarlık seviyesi,
Diye çalışırız çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
Türk milletinin temeli
Atatürk inkılâpları,
Diye savunuruz çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu korkusuz yaşama,
Karşılıklı sevgi saygı,
Diye seviniriz çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu okul ve eğitim,
Size olan inancımız,
Diye kazanırız çocuklar...
Bize sorarsanız çocuklar:
Cumhuriyet ne demek;
İşte bu kutlu gün
Hepimize armağan
Diye kavuşuruz çocuklar...
Atilla Yekta ÇIKAN
Turgut Reis İlköğretim O. Öğretmeni/ANTALYA
CUMHURİYET BAYRAMI
Gündüz herkes neşeli,
Şenlik olur akşamı.
Bayramların güzeli,
Cumhuriyet Bayramı.
Her bayramla bir tutmam,
Bu bayram, büyük bayram.
Yurtta üç gece, üç gün,
Eğlence var, şenlik var.
Işıklar yanar bütün
Dalgalanır bayraklar.
Her bayramla bir tutmam,
Bu bayram, büyük bayram
Necdet Rüştü EFE
CUMHURİYET
Bayrağımız çekilmiştir göğe,
Bir daha inmeyecektir yere,
Biz verirsek el ele,
Muhtaç olmayız namerde.
Atatürk'ün armağanı bu vatan,
İzinden yürürüz hep Ata'm.
Düşmandı yurdumuzdan kaçan,
Cumhuriyetle şenlendi vatan.
Ata'mın aziz kılıcı,
Kesti bitirdi savaşı,
Getirdi büyük barışı,
Cumhuriyettir tek kurtarıcı.
Yıldız Dinç
Dikmen İlköğretim Okulu Öğrencisi / SİNOP
CUMHURİYET
Gönül verdik,
Sana erdik.
Ey hürriyet, Cumhuriyet.
Herkes sever,
Seni över.
Ey hürriyet, Cumhuriyet.
Canımızdasın, Kanımızdasın.
Ey hürriyet, Cumhuriyet.
B. Kemal ÇAĞLAR
CUMHURİYET
Kahraman Atatürk'ten
Armağansın sen bize.
Yıldönümün çoğalsın
Katılsın sevgimize.
Bir çelenk ol da seni
Başımızda göreyim.
Yaşasın cumhuriyet
Diye çarpsın yüreğim.
Korumaya ant içtim
Seni, nabzım vurdukça.
Başımızın tacısın,
Var ol, dünya durdukça.
İsmail Hakkı SUNAT
ON BEŞ YILI KARŞILARKEN
Kim derdi yarılsın da nihayet yerin altı,
Bir anda dirilsin de şu milyonla karaltı.
Topraklaşan ellerde birer meşale yansın.
Kim der ki şu milyonla adam birden uyansın.
Kim derdi seher yıldızı doğsun da bir evden,
Kaçsın da cehennemler o bir dalma alevden,
Canlansın ışık selleri olsun da o damla
Beş devletin öldürdüğü devlet bir adamla.
Kim der ki en son rakamlar da delirsin.
On beş asır on beş yılın eb'adına girsin.
Dünyaları bir fert evet oynattı yerinden,
Sarsıldı demirler evet azmin demirinden.
Mazi yıkılıp gitti evet fesli, kafesli:
Lâkin bugünün ey granit bünyeli nesli,
Bir şey ele geçmez şerefin sade adından.
Sen arşı bırak, varsa haber ver kanadından.
Gökten ne çıkar? Gök ha büyükmüş ha değilmiş,
Sen alnını göster ne kadar yükselebilmiş.
Gökler çıkabildin, uçabildinse derindir,
Tarihi kendin yazıyorsan, eserindir.
Bahsetme bugün sade dünün mucizesinden,
İnsan utanır sonra yarın kendi sesinden.
Asrın yaşamak hakkını vermez sana kimse;
Sen asrını üstünde izin varsa benimse;
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.
Mithat Cemal KUNTAY
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
Türk oğlu Türk'üz bu vatanda ebediyen
Ürkmeyiz ürkmeyeceğiz kat'iyen.
Rengi al, ay yıldızlı bayrağımız var
Kanla kemikle kutsallaşmış toprağımız var.
İnançlıyız, gururluyuz alnımız açık
Yarınlar bizimdir artık yolumuz açık.
Elinde silâh Mehmetçik nöbet tutar
Cin gibi gözleriyle pusuya yatar.
Umudumuz her şeyimiz gençlerde
Millet, özgürlük, vatan sevgisi hep gönüllerde.
Haydi, uyanın... Artık gidiyoruz aydınlığa
Umudunuzu kaybetmeyin yoksa düşeriz karanlığa.
Rahat uyusun, şehitlerimiz, atalarımız
İnmeyecek gökten yere bayrağımız.
Yorulmak, yılmak yakışmaz bize
Elbette tarih şaşacak azmimize.
Türk'üm, Türk'üz, Türk kalacağız
İlimle, insanlıkla, dünyaya sesimizi duyuracağız.
Ahmet TAŞDELEN
Koçarlı Çok Programlı Lisesi Öğretmeni /AYDIN
ONUNCU YIL MARŞI
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan;
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan.
Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız,
Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız
Türk'üz bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihden sonra varız.
Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri.
Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını,
Dindirdik memleketin yıllar süren yasını.
Bütünledik her yönden İstiklâl kavgasını,
Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını.
Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Örnektir milletlere açtığımız yeni iz,
İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış kitleyiz.
Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülküye, biz;
Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.
Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Behçet Kemal ÇAĞLAR
CUMHURİYETİN 50. YIL MARŞI
Müjdeler var yurdumun toprağına taşına.
Erdi Cumhuriyetim elli şeref yaşına.
Bu rüzgârla şahlanmış dalga dalga bayrağım.
Başka bir tuğ yaraşmaz Türk'ün özgür başına.
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu.
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Yıllan bir çığ gibi aşarak hafta hafta
Koşuyoruz durmadan kadın - erkek bir safta...
Elimizde meşale, ilke Atatürk,
Işıklarla donattık ülkeyi her tarafta...
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Aynı kandan feyz alır bunca toprak, bunca taş.
Kılıç tutan bilekler, verdi sabanla savaş.
Tekniğin dev nabzında her adım, her dakika,
Çarklarda aynı tempo, yüreklerde aynı marş.
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Biz yürekten bağlıyız elli yıldır bu yola.
"Yurtta barış" ilk hedef. "Cihanda sulh" parola.
Koparamaz hiçbir güç bizi millî birlikten,
Ata'mızın izinde koşuyoruz kol kola...
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Yaşasın hür ulusum, soylu gencim, benliğim,
Yaşasın şanlı ordum, sarsılmaz güvenliğim.
Ersin elli yıllarım nice mutlu çağlara.
Örnek olsun cihana devletim, düzenliğim.
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Bekir Sıtkı ERDOĞAN