Ben hem kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum,
hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler.

 

Hem bir tek elmadan, hem süpürülen topraktan, hem
zindandan dönen insan ruhundan, hem kitlelerin
daha güzel günler için savaşından, hem bir tek
insanın sevda kederlerinden bahseden şiirler yazmak
istiyorum, hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan
bahseden şiirler yazmak istiyorum.

                                                Nâzım Hikmet

 

* * * * * * * * * * * * * * * *

 

 

21-1-924
 
Lambayı yakma, bırak,
sarı bir insan başı
düşmesin pencereden kara.
Kar yağıyor
karanlıklara.
Kar yağıyor
ve ben hatırlıyorum.
Kar...
Üflenen bir mum gibi söndü
koskocaman ışıklar..
Ve şehir
kör bir insan gibi kaldı
altında yağan karın.
Lambayı yakma, bırak!
Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların
dilsiz olduklarını anlıyorum.
Kar yağıyor
ve ben hatırlıyorum.

 

 

 

Açlık Ordusu Yürüyor
 
Açlık ordusu yürüyor 
yürüyor ekmeğe doymak için 
ete doymak için 
kitaba doymak için 
hürriyete doymak için. 
Yürüyor köprüler geçerek kıldan ince kılıçtan keskin 
yürüyor demir kapıları yırtıp kale duvarlarını yıkarak 
yürüyor ayakları kan içinde. 
Açlık ordusu yürüyor 
adımları gök gürültüsü 
türküleri ateşten 
bayrağında umut 
umutların umudu bayrağında. 
Açlık ordusu yürüyor 
şehirleri omuzlarında taşıyıp 
daracık sokakları karanlık evleriyle şehirleri 
fabrika bacalarını 
paydostan sonralarının tükenmez yorgunluğunu taşıyarak. 
Açlık ordusu yürüyor 
ayı ini köyleri ardınca çekip götürüp 
ve topraksızlıktan ölenleri bu koskoca toprakta. 
Açlık ordusu yürüyor 
yürüyor ekmeksizleri ekmeğe doyurmak için 
hürriyetsizleri hürriyete doyurmak için açlık ordusu yürüyor 
yürüyor ayakları kan içinde. 

 

 

 

Asya-Afrika Yazarlarına
 
Kardeşlerim
bakmayın sarı saçlı olduğuma 
ben Asyalıyım 
bakmayın mavi gözlü olduğuma 
ben Afrikalıyım 
ağaçlar kendi dibine gölge vermez benim orda 
sizin ordakiler gibi tıpkı 
benim orda arslanın ağzındadır ekmek 
ejderler yatar başında çeşmelerin 
ve ölünür benim orda ellisine basılmadan 
sizin ordaki gibi tıpkı 
bakmayın sarı saçlı olduğuma 
ben Asyalıyım 
bakmayın mavi gözlü olduğuma 
ben Afrikalıyım 
okuyup yazma bilmez yüzde sekseni benimkilerin 
şiirler gezer ağızdan ağıza türküleşerek 
şiirler bayraklaşabilir benim orda 
sizin ordaki gibi 
kardeşlerim 
sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimiz 
toprağı sürebilmeli 
pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli 
dizlerine kadar 
bütün soruları sorabilmeli 
bütün ışıkları derebilmeli 
yol başlarında durabilmeli 
kilometre taşları gibi şiirlerimiz 
yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli 
cengelde tamtamlara vurabilmeli 
ve yeryüzünde tek esir yurt tek esir insan 
gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar 
malı mülkü aklı fikri canı neyi varsa verebilmeli 
büyük hürriyete şiirlerimiz 

 

 

 

Benim Oğlan Fotoğraflarda Büyüyor
 
İçimde acısı var yemişi koparılmış bir dalın,
gitmez gözümden hayali Haliçe inen yolun,
iki gözlü bir bıçaktır yüreğime saplanmış
evlât hasretiyle hasreti İstanbulun.
 
Ayrılık dayanılır gibi değil mi?
Bize pek mi müthiş geliyor kendi kaderimiz?
Elâleme haset mi ediyoruz?
Elâlemin babası İstanbulda hapiste,
elâlemin oğlunu asmak istiyorlar
yol ortasında
güpegündüz.
Bense burda rüzgâr gibi
bir halk türküsü gibi hürüm,
sen ordasın yavrum,
ama asılamıyacak kadar küçüksün henüz.
Elâlemin oğlu katil olmasın,
elâlemin babası ölmesin,
eve ekmekle uçurtma getirsin diye,
orda onlar aldı göze ipi.
 
İnsanlar,
iyi insanlar,
seslenin dünyanın dört köşesinden
dur deyin,
cellât geçirmesin ipi.
 

 

 

Beş Satırla

 

Annelerin ninnilerinden
spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı.

 

                                            1946

 

 

 

Beyazıt Meydanındaki Ölü 

 

Bir ölü yatıyor
on dokuz yaşında bir delikanlı
gündüzleri güneşte
geceleri yıldızların altında
İstanbul'da, Beyazıt Meydanı'nda.

 

Bir ölü yatıyor
ders kitabı bir elinde
bir elinde başlamadan biten rüyası
bin dokuz yüz altmış yılı Nisanında
İstanbul'da, Beyazıt Meydanı'nda.

 

Bir ölü yatıyor
vurdular
kurşun yarası
kızıl karanfil gibi açmış alnında
İstanbul'da, Beyazıt Meydanı'nda.

 

Bir ölü yatacak
toprağa şıp şıp damlayacak kanı
silâhlı milletimin hürriyet türküleriyle gelip
zaptedene kadar
büyük meydanı.
 

                        Mayıs 1960

 

 

 

Bir Acayip Duygu

 

«Mürdüm eriği
çiçek açmıştır.
— ilkönce zerdali çiçek açar
mürdüm en sonra —

Sevgilim,
çimenin üzerine
diz üstü oturalım
karşı-be-karşı.
Hava lezzetli ve aydınlık
— fakat iyice ısınmadı daha —
çağlanın kabuğu
yemyeşil tüylüdür
henüz yumuşacık...
Bahtiyarız
yaşayabildiğimiz için.
Herhalde çoktan öldürülmüştük
sen Londra'da olsaydın
ben Tobruk'ta olsaydım, bir İngiliz şilebinde yahut...

Sevgilim,
ellerini koy dizlerine
— bileklerin kalın ve beyaz —
sol avucunu çevir :
gün ışığı avucunun içindedir
kayısı gibi...

Dünkü hava akınında ölenlerin
yüz kadarı beş yaşından aşağı,
yirmi dördü emzikte...

Sevgilim,
nar tanesinin rengine bayılırım
— nar tanesi, nur tanesi —
kavunda ıtrı severim
mayhoşluğu erikte ..........»

.......... yağmurlu bir gün
yemişlerden ve senden uzak
— daha bir tek ağaç bahar açmadı
kar yağması ihtimali bile var —
Bursa cezaevinde
acayip bir duyguya kapılarak
ve kahredici bir öfke içinde
inadıma yazıyorum bunları,
kendime ve sevgili insanlarıma inat.
 

                         7.2.1941

 

 

 

Bir Ayrılış Hikayesi

 

Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya
çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,
yüzde hudutsuz kere yüz...
Kadın erkeğe dedi ki:
-Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana..
Ve ben artık
biliyorum:
Toprağın -
yüzü güneşli bir ana gibi -
en son en güzel çocuğunu emzirdiğini..
Fakat neyleyim
saçlarım dolanmış
ölmekte olan parmaklarına
başımı kurtarmam kabil
değil!
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak..
Sen
yürümelisin,
beni bırakarak...
Kadın sustu.
SARILDILAR
Bir kitap düştü yere...
Kapandı bir pencere...
AYRILDILAR...

 

 

 

Bir Gemici Türküsü 

 

Rüzgâr,
yıldızlar
ve su.
Bir Afrika rüyasının uykusu
düşmüş dalgalara.
Işıltılı, kara
bir yelken gibi ince
direğinde geminin.
Geçmekteyiz içinden
bir sayısız
bir uçsuz bucaksız yıldızlar âleminin.

Yıldızlar
rüzgâr
ve su.
Başüstünde bir gemici korosu
su gibi, rüzgâr gibi, yıldızlar gibi bir türkü söylüyor,
yıldızlar gibi
rüzgâr gibi
su gibi bir türkü.
Bu türkü diyor ki, «Korkumuz yok!
İnmedi bir gün bile gözlerimize
bir kış akşamı gibi karanlığı korkunun.»
Bu türkü
diyor ki,
«Bir gülüşün ateşiyle yakmasını biliriz
ölümün önünde sigaramızı.»
Bu türkü
diyor ki,
«Çizmişiz rotamızı
dostların alkışlarıyla değil
gıcırtısıyla düşmanın
dişlerinin.»
Bu türkü diyor ki, «Dövüşmek..»
Bu türkü diyor ki, «Işıklı büyük
                    ışıklı geniş ve sınırsız bir limana
dümen suyumuzda sürüklemek denizi..»
Bu türkü diyor ki, «Yıldızlar
rüzgâr
ve su...»

Başüstünde bir gemici korosu
bir türkü söylüyor;
yıldızlar gibi
rüzgâr gibi,
su gibi bir türkü..

 

 

 

Bir Hazin Hürriyet 
 

Satarsın gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu, bir lokma bile tatmadan
yoğurursun
bütün nimetlerin hamurunu.
Büyük hürriyetinle çalışırsın el kapısında, ananı ağlatanı
Karun etmek hürriyetiyle hürsün!

 

Sen doğar doğmaz dikilirler tepene,
işler ömrün boyunca durup dinlenmeden yalan
değirmenleri,
büyük hürriyetinle parmağın şakağında düşünürsün vicdan
hürriyetiyle hürsün!

 

Başın ensenden kesik gibi düşük,
kolların iki yanında upuzun,
büyük hürriyetinle dolaşıp durursun,
işsiz kalmak hürriyetiyle hürsün!

 

En yakın insanınmış gibi verirsin memleketini, günün birinde, mesela,
Amerika'ya ciro ederler onu seni de büyük hürriyetinle beraber,
hava üssü olmak hürriyetiyle hürsün!

 

Yapışır yakana kopası elleri Valstrit'in, günün birinde, diyelim ki,
Kore'ye gönderilebilirsin, büyük hürriyetinle bir çukura
doldurulabilirsin, meçhul asker olmak hürriyetiyle hürsün!

 

Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil insan gibi yaşamalıyız dersin,
büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi,
yakalanmak, hapse girmek, hatta asılmak hürriyetinle
hürsün!

 

Ne demir, ne tahta, ne tül perde var hayatında, hürriyeti seçmene lüzum yok
hürsün!

 

Bu hürriyet hazin şey yıldızların altında.
 

                                                 1951

 

 

 

Bir Kız Vardı Japonya’da
 
Bir kız vardı Japonyada
ufacık, tefecik bir kız,
Bir bulut vardı dünyada
işi: öldürmekti yalnız.
 
Bu bulut bu kızcağızın
öldürdü nineciğini,
külünü göğe savurdu,
sonra, yine apansızın
gelip babasını vurdu,
sonra da kızın kendisini.
Ve doymadı ve doymadı
yeni kurbanlar arıyor.
Atom ölümüdür adı,
karanlıkta bağırıyor.
 
Büyük bir birlik kuralım,
canavarı susturalım.
Savaş cengine gidelim,
canavarı yok edelim.
 

 

 

Bu Vatana Nasıl Kıydılar

 

İnsan olan vatanını satar mı?
Suyun içip ekmeğini yediniz.
Dünyada vatandan aziz şey var mı?
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Onu didik didik didiklediler,
saçlarından tutup sürüklediler.
götürüp kâfire : «Buyur...» dediler.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Eli kolu zincirlere vurulmuş,
vatan çırılçıplak yere serilmiş.
Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
günü gelir hesabınız görülür.
Günü gelir sualiniz sorulur :
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

 

                                        1959

 

 

 

Ceviz Ağacı

 

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

 

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

 

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. 

 

 

 

Çocuklarımıza Nasihat

 

Hakkındır yaramazlık.
Dik duvarlara tırman
yüksek ağaçlara çık.
Usta bir kaplan
gibi kullansın elin
yerde yıldırım gibi giden bisikletini..
Ve din dersleri hocasının resmini yapan
kurşunkaleminle yık
Mızraklı İlmihalin
yeşil sarıklı iskeletini..
Sen kendi cennetini
kara toprağın üstünde kur.
Coğrafya kitabıyla sustur,
seni «Hilkati Âdem»le aldatanı..
Sen sade toprağı tanı
toprağa inan.
Ayırdetme öz anandan
toprak ananı.
Toprağı sev
anan kadar...
 

                          1928

 

 

 

Davet
 
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
 
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
 
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim....
 
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...
 

 

 

Dünyayı Verelim Çocuklara
 
Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler
 
 
 

Gelmiş Dünyanın

Dört Bir Ucundan

 

Gelmiş dünyanın dört bir ucundan
Ayrı dilleri konuşur, anlaşırız
Yeşil dallarız dünya ağacından
Gençlik denen bir millet var, ondanız.

 

                                        1956

 

 

 

Güneşi İçenlerin Türküsü

 

Bu bir türkü:-
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
Bu bir örgü:-
alev bir saç örgüsü!
kıvranıyor;
kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor
esmer alınlarında
bakır ayakları çıplak kahramanların!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
güneşe giden
köprüden
geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.
Ben de söyledim o türküyü!

Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
yırtarak
gerindik!
Sıçradık;
şimşekli rüzgâra bindik!.
Kayalardan
kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
şaha kalkan atlarını!
 

Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
 

Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
göz yaşlarını
boynunda ağır bir
zincir
gibi taşıyanlar!
Bıraksın peşimizi
kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!

İşte:
şu güneşten
düşen
ateşte
milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!

Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
düşen
ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at!
 

Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
 

Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neş'emiz sıcak!
kan kadar sıcak,
delikanlıların rüyalarında yanan
o «an»
kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak,
ölülerimizin başlarına basarak
yükseliyoruz
güneşe doğru!

Ölenler
döğüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
 

Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
 

Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor!
Kalın tuğla bacalar
kıvranarak
ötüyor!
Haykırdı en önde giden,
emreden!
Bu ses!
Bu sesin kuvveti,
bu kuvvet
yaralı aç kurtların gözlerine perde
vuran,
onları oldukları yerde
durduran
kuvvet!
Emret ki ölelim
emret!
Güneşi içiyoruz sesinde!
Coşuyoruz,
coşuyor!..
Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!
 

Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaaaaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
 

Toprak bakır
gök bakır.
Haykır güneşi içenlerin türküsünü,
Hay-kır
Haykıralım!
 

                             1924

 

 

 

Hoş geldin!


Kesilmiş bir kol gibi
omuz başımızdaydı boşluğun...
Hoş geldin!
Ayrılık uzun sürdü.
Özledik.
Gözledik...
Hoş geldin!
Biz
bıraktığın gibiyiz.
Ustalaştık biraz daha
taşı kırmakta,
dostu düşmandan ayırmakta...
Hoş geldin.
Yerin hazır.
Hoş geldin.
Dinleyip diyecek çok.
Fakat uzun söze vaktimiz yok.
Yürüyelim……

 

                                  1932

 

 

 

Karlı Kayın Ormanında

 

Karlı kayın ormanında
yürüyorum geceleyin.
Efkârlıyım, efkârlıyım,
elini ver, nerde elin?

 

Ayışığı renginde kar,
keçe çizmelerim ağır.
İçimde çalınan ıslık
beni nereye çağırır?

 

Memleket mi, yıldızlar mı,
gençliğim mi daha uzak?
Kayınların arasında
bir pencere, sarı, sıcak.

 

Ben ordan geçerken biri :
"Amca, dese, gir içeri."
Girip yerden selâmlasam
hane içindekileri.

 

Eski takvim hesabıyle
bu sabah başladı bahar.
Geri geldi Memed'ime
yolladığım oyuncaklar.

 

Kurulmamış zembereği
küskün duruyor kamyonet,
yüzdüremedi leğende
beyaz kotrasını Memet.

 

Kar tertemiz, kar kabarık,
yürüyorum yumuşacık.
Dün gece on bir buçukta
ölmüş Berut, tanışırdık.

 

Bende boz bir halısı var
bir de kitabı, imzalı.
Elden ele geçer kitap,
daha yüz yıl yaşar halı.

 

Yedi tepeli şehrimde
bıraktım gonca gülümü.
Ne ölümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek ölümü.

 

En acayip gücümüzdür,
kahramanlıktır yaşamak :
Öleceğimizi bilip
öleceğimizi mutlak.

 

Memleket mi, daha uzak,
gençliğim mi, yıldızlar mı?
Bayramoğlu, Bayramoğlu,
ölümden öte köy var mı?

 

Geceleyin, karlı kayın
ormanında yürüyorum.
Karanlıkta etrafımı
gündüz gibi görüyorum.

 

Şimdi şurdan saptım mıydı,
şose, tirenyolu, ova.
Yirmi beş kilometreden
pırıl pırıldır Moskova...

 

        14 Mart 1956,
        Moskova, Peredelkino

 

 

 

Memleketimden İnsan Manzaraları
 
Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk ve telâş
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun
yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
-Galip Usta-
tuhaf şeyler düşünmekle
meşhurdur:
"Kâat helvası yesem her gün" diye düşündü
5 yaşında.
"Mektebe gitsem" diye düşündü
10 yaşında.
"Babamın bıçakçı dükkânından
Akşam ezanından önce çıksam" diye düşündü
11 yaşında.
"Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksalar" diye düşündü
15 yaşında.
"Babam neden kapattı dükkânını?"
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkânına"
diye düşündü
16 yaşında.
"Gündeliğim artar mı?" diye düşündü
20 yaşında.
"Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?"
diye düşündü
21 yaşındayken.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
22 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
23 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
50 yaşına kadar.
51 yaşında "İhtiyarladım" dedi,
"babamdan bir yıl fazla yaşadım."
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
kaptırmış kafasını
düşüncelerin en tuhafına:
"Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorganım olacak mı?"
diye düşünüyor.
Burnu sivri ve uzun.
Yanaklarının üstü çopur.
 
Denizde balık kokusuyla
Döşemelerde tahtakurularıyla gelir
Haydarpaşa garında bahar
Sepetler ve heybeler
merdivenlerden inip
merdivenlerden çıkıp
merdivenlerde duruyorlar.
 
 
 
Memleketimden İnsan Manzaraları
 
İkinci Bölüm
 
I
 
Atlantiğin dibinde upuzun yatıyorum, efendim,
Atlantiğin dibinde
dirseğime dayanmış
Bakıyorum yukarıya:  
bir denizaltı gemisi görüyorum,  
yukarıda, çok yukarıda, başımın üzerinde,  
yüzüyor elli metre derinde,  
balık gibi, efendim,  
zırhının ve suyun içinde balık gibi kapalı ve ketum.  
Orası camgöbeği aydınlık.  
Orda, efendim,  
orda yeşil, yeşil,  
orda ışıl ışıl,
orda yıldız yıldız yanıyor milyonlarla mum.  
Orda, ey demir çarıklı ruhum,  
orda tepişmeden çiftleşmeler, çığlıksız doğum,
orda dünyamızın ilk kımıldanan eti,  
orda bir hamam tasının mahrem şehveti,
mahrem şehveti efendim,  
gümüş kuşlu bir hamam tasının   
ve koynuna ilk girdiğim kadının kızıl saçları.  
Orda rengarenk otları, köksüz ağaçları  
kıvıl kıvıl mahlukları deniz dünyasının,  
orda hayat, tuz, iyot,  
orda başlangıcımız, Hacıbaba,  
orda başlangıcımız  
ve orda hain, çelik ve sinsi  
bir denizaltı gemisi.  
400 metroya kadar sızıyor ışık.  
Sonra alabildiğine derin  
alabildiğine derin karanlık.  
Yanlız ara sıra  
acayip balıklar geçiyor karanlığın içinde  
ışık saçarak.  
Sonra onlar da yok.  
Artık dibe kadar inen  
kat kat kalın sular kati ve mutlak  
ve en dipte ben.  
Ben, upuzun yatıyorum, Hacıbaba,  
upuzun yatıyorum dibinde Atlantiğin  
dirseğime dayanmış,  
bakıyorum yukarlara.  
Avrupa Amerika' dan Atlantiğin yüzünde ayrıdır  
dibinde değil.  
Gazgemileri gidiyor yukarda, çok yukarda, birbiri peşi sıra.  
Omurgalarının altını görüyorum,     
omurgalarının altını.  
Dönüyor keyifili keyifli pervaneleri.  
Dümenleri ne tuhaf suyun içinde  
İnsanın tutup tutup kıvırası geliyor.  
Köpekbalıkları geçti gemilerin altından,  
karınlarını gördüm  
ağızları da orda.  
Gemiler şaşırdılar birdenbire,  
herhalde köpekbalıklarından değil.  
Denizaltı gemisi bir torpil attı, efendim  
bir torpil.  
Gemilerin dümenlerine baktım:  
telaşlı ve korkaktılar.  
Gemilerin omurgalarında imdat arar gibi bir hal vardı,  
gemiler bir bıçak darbesinden en yumuşak yerini  
karnını saklamak isteyen insanlara benziyorlardı.  
Denizaltılar birden üç oldular, derken, altı, yedi, sekiz.  
Gazgemileri düşmana ateş açarak  
insanlarını ve yüklerini suya döküp saçarak  
batmaya başladılar.  
Mazot, gaz, benzin,  
tutuştu yüzü denizin.  
Bir alev deryasıdır şimdi yukarda akan,  
yağlı ve yapışkan  
bir alev deryası efendim.  
Kıpkızıl, gömgök, kapkara,  
arzın ilk teşekkülü hengamesinden bir manzara.  
Ve denizin yüzüne yakın suyun içi allak bullak.  
Köpürüp, dağılıp parçalanmalar.  
Yukardan dibe doğru inen gazgemisine bak.  
Gece uykuda gezenler gibi bir hali var:  
lunatik.  
Geçti kargaşalığı,  
girdi deniz dünyasının cennetine.  
Fakat durmadan iniyor.  
Kayboldu ıslak karanlıkta.  
Artık baskıya dayanamaz, parçalanır.  
ve direği, efendim, bacası yahut  
nerdeyse yanıma düşer.  
Yukarda insanla dolu denizin içi.  
Bir tortu gibi dibe çöküyorlar  
tortu gibi çöküyorlar, Hacıbaba.  
Baş aşağı, baş yukarı,  
uzanıp kısalıyor, bir şeyler aranıyor kolları bacakları.  
Ve hiçbir yere, hiçbir şeye tutunamadan  
onlarda iniyorlar dibe doğru.  
Birden bire bir denizaltı düştü yanıbaşıma.  
Parçalanmış bir tabut gibi açıldı köprüüstü kaportası  
ve Münihli Hans Müller dışarı çıkıverdi.  
39 ilkbaharında denizaltıcı olmadan önce  
Münihli Hans Müller  
Hitler hücum kıtası altıncı tabur  
birinci bölük  
dördüncü mangada sağdan üçüncü neferdi.  
Münihli Hans Müller  
üç şey severdi:  
1-Altın köpüklü arpa suyu  
2-Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna.  
3-Kırmızı lahana.  
Münihli Hans Müller için   
vazife üçtü:  
1-Çakan bir şimşek   
gibi mafevke selam vermek.  
2-Yemin etmek tabancanın üzerine.  
3-Günde asgari üç çıfıt çevirip  
sövmek silsilelerine.  
Münihli Hans Müller'in  
kafasında, yüreğinde, dilinde üç korku vardı:  
1-Der Führer.  
2-Der Führer.  
3.Der Führer.  
Münihli Hans Müller  
sevgisi, vazifesi ve korkusuyla  
39 ilkbaharına kadar  
bahtiyar  
yaşıyordu.  
Ve Vagneryen bir operada do sesi gibi heybetli  
Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli   
Anna'nın  
tereyağı ve yumurta krizinden şikayet etmesine  
şaşıyordu.  
Diyordu ki ona:  
-Bir düşün Anna,  
 yepyeni bir manevra kayışı takacağım,  
 pırıl pırıl çizmeler giyeceğim ben.  
 Sen beyaz ve uzun entari giyeceksin,  
 balmumundan çiçekler takacaksın başına.  
 Tepemizde çatılmış kılıçların altından geçeceğiz.  
 Ve mutlak  
 hepsi erkek 12 çocuğumuz olacak.  
 Bir düşün Anna,  
 tereyağı, yumurta yiyeceğiz diye  
 top, tüfek yapmazsak eğer  
 yarın 12 oğlumuz nasıl muharebe eder?  
Münihlinin 12 oğlu muharebe edemediler  
çünkü doğamadılar,  
çünkü henüz, efendim, Anna'yla zifaf vaki olmadan önce  
bizzat harbe girdi Hans Müller.  
Ve şimdi 41 sonbaharı sonlarında  
dibinde Atlantiğin  
benim karşımda durmaktadır.  
Seyrek sarı saçları ıslak,  
kırmızı sivri burnunda esef,  
ve ince dudaklarının kıyılarında keder.  
Yanı başımda durduğu halde  
yüzüme çok uzaklardan bakıyor,  
İnsanın yüzüne nasıl bakarsa ölüler.  
Ben biliyoum ki, o bir daha görmeyecek Anna'yı,  
ve artık bir daha arpa suyu içip  
yiyemeyecek kırmızı lahanayı.  
Ben bütün bunları biliyorum, efendim,  
ama o bütün bunları bilmiyor.  
Gözü bir parça yaşlı,  
silmiyor.  
Cebinde parası var,  
çoğalıp eksilmiyor.  
Ve işin tuhafı  
artık ne kimseyi öldürebilir  
ne de kendisi ölebilir bir daha.  
Şimdi şişecek birazdan,  
yükselecek yukarıya,  
sular sallayacak onu  
ve balıklar yiyecek sivri burnunu.  
Ben   
Hans Müller'e bakıp, Hacıbaba, bunları düşünürken  
yanımızda peyda oluverdi  
Liverpul Limanından Harri Tomson.  
Gazgemilerinden birinde serdümendi.  
Kaşları ve kirpikleri yanmıştı.  
Gözleri sımsıkı kapalıydı.  
Şişman ve matruştu.  
Bir karısı vardı Tomson'un:  
tavan süpürgesi gibi bir kadın,  
tavan süpürgesi gibi, efendim, zayıf, uzun, titiz, temiz  
ve tavan süpürgesi gibi münasebetsiz.  
Bir oğlu vardı Tomson'un:  
altı yaşında bir oğlan, Hacıbaba,  
tombul mu tombul, pembe beyaz, sarı papa mı sarı papa.  
Tuttum Tomson'un elinden.  
Açmadı gözlerini.  
"-Vefat ettiniz" dedim.  
"-Evet " dedi, "İngiliz imparatorluğu ve hürriyeti için:  
Canım isterse, harp içinde bile Çörçil'e sövmek hürriyeti  
ve canım istemese de aç kalmak hürriyeti uğruna.  
Fakat değişecek hürriyette bu son bahis,  
harpten sonra artık işsiz ve aç kalacak değiliz.  
Planı hazırlıyor Lordlarımızdan biri.  
Adalet: ihtilalsiz.  
Ben İngiliz İmparatorluğu'nu dağıtmaya gelmedim, dedi Çörçil.  
Ben de ihtilal çıkarmaya gelmedim:  
buna Kenterburi başpiskoposu  
bizim tredünyonun reisi  
ve karım razı değil.  
Ay bek yur pardın.  
İşte bu kadar,  
nokta, son."  
Sustu Tomson.  
Ve ağzını açmadı bir daha.  
İngilizler fazla konuşmayı sevmezler,    
hele hümoru seven ölü İngilizler.  
Tomson' la Müller'i yanyana yatırdım.  
Şiştiler yan yana,  
yan yana yükseldiler yukarı doğru.  
Balıklar Tomson'u afiyetle yediler,  
fakat dokunmadılar ötekisine,  
Hans'ın etiyle zehirlenmekten korktular anlaşılan.  
Hayvan deyip geçme, Hacıbaba,  
sen de hayvansın ama  
akıllı bir hayvan...  
 
 
 

Nerden Gelip Nereye Gidiyoruz? 

 

Başlangıç

 

Doğrultup belimizi kalktığımızdan beri iki ayak üstüne,
kolumuzu uzunlaştırdığımızdan beri bir lobut boyu
ve taşı yonttuğumuzdan beri
yıkan da, yaratan da biziz,
yıkan da yaratan da biziz bu güzelim, bu yaşanası dünyada.

Arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı,
arkamızda kalan yollarda ulu uyumları aklımızın, ellerimizin, yüreğimizin,
toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve pılastikte.

Kanlı ayak izlerimiz mi önümüzdeki yollarda duran?
Bir cehennem çıkmazında mı sona erecek önümüzdeki yollar?

1

Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,
günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların,
çocukların avuçlarında yeşerecekler.

Çocuklar ölebilir yarın,
hem de ne sıtmadan, ne kuşpalazından,
düşerek de değil kuyulara filân;
çocuklar ölebilir yarın,
çocuklar sakallı askerler gibi ölebilir yarın,
çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında
arkalarında bir avuç kül bile değil,
arkalarında gölgelerinden başka bir şey bırakmadan.
Negatif resimcikler boşluğun karanlığında.
Kırematoryum, kırematoryum, kırematoryum.
Bir deniz görüyorum
ölü balıklarla örtülü bir deniz.
Negatif resimcikler boşluğun karanlığında,
yaşanmamış günlerimiz
çocukların avuçlarıyla birlikte yok olan.

2

Bir şehir vardı.
Yeller eser yerinde.
Beş şehir vardı.
Yeller eser yerinde.
Yüz şehir vardı.
Yeller eser yerinde.
Yok olan şehirlere şiirler yazılmayacak,
şair kalmayacak ki.

Pencerende bir sokak bulvarlı.
Odan sıcak.
Ak yastıkta üzüm karası saçlar.
Adamlar paltolu, ağaçlar karlı.
Penceren kalmayacak,
ne bulvarlı sokak,
ne ak yastıkta üzüm karası saçlar,
ne paltolu adamlar, ne karlı ağaçlar.
Ölülere ağlanmayacak,
ölülere ağlayacak gözler kalmayacak ki.
Eller kalmayacak.
Negatif resimcikler dalların altındaki
yok olmuş olan dalların altındaki.
Yok olmuş olan dalların üstünden
o bulutlardır geçen.
Güneye götürmeyin beni,
ölmek istemiyorum...
Ölmek istemiyorum,
Kuzeye götürmeyin beni...
Batıya götürmeyin beni,
ölmek istemiyorum...
Ölmek istemiyorum,
Doğuya götürmeyin beni...
Bırakmayın beni burda,
götürün bir yerlere.
Ölmek istemiyorum,
ölmek istemiyorum.
O bulutlardır geçen
yok olmuş olan dalların üstünden.

3

Tahta, beton, teneke, toprak, saman damlarımızla iki milyardan artığız,
kadın, erkek, çoluk çocuk.
Ekmek hepimize yetmiyor,
kitap da yetmiyor,
ama keder
dilediğin kadar,
yorgunluk da göz alabildiğine.
Hürriyet hepimize yetmiyor.
Hürriyet hepimize yetebilir
ve sevda kederi,
hastalık kederi,
ayrılık kederi,
kocalmak kederinden
gayrısı aşmayabilir eşiğimizi.
Kitap hepimize yetebilir.
Ormanlarınki kadar uzun olabilir ömrümüz.
Yeter ki bırakmayalım, yaşanmamış günlerimiz yok olmasın çocukların
avuçlarıyla birlikte,
boşluğun karanlığına çıkmasın negatif resimcikler,
yeter ki ekmek ve hürriyet yolunda dövüşebilmek için yaşayabilelim.
 

 

 

Çağırı

 

Tanrı ellerimizdir,
Tanrı yüreğimiz, aklımız,
her yerde var olan Tanrı,
toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve pılastikte
ve bestecisi sayılarda ve satırlarda ulu uyumların.

İnsanlar sizi çağırıyorum :
kitaplar, ağaçlar ve balıklar için,
buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için,
üzüm karası, saman sarısı saçlar ve çocuklar için.

Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,
günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların,
çocukların avuçlarında yeşerecekler.

 

                                22.11.962

 

 

 

Şehitler

Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!


Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
Sakarya'da, İnönü'nde, Afyon'dakiler
Dumlupınar'dakiler de elbet
ve de Aydın'da, Antep'te vurulup düşenler,
siz toprak altında ulu köklerimizsiniz
yatarsınız al kanlar içinde.


Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
siz toprak altında derin uykudayken
düşmanı çağırdılar,
satıldık, uyanın!
Biz toprak üstünde derin uykulardayız,
kalkıp uyandırın bizi!
uyandırın bizi!


Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!
 
 
                                 1959

 

 

 

Veda 

 

Hoşça kalın
dostlarım benim
hoşça kalın!
Sizi canımda
canımın içinde,
kavgamı kafamda götürüyorum.


Hoşça kalın
dostlarım benim
hoşça kalın...
Resimlerdeki kuşlar gibi
dizilip üstüne kumsalın,
mendil sallamayın bana.
İstemez...


Ben dostların gözünde kendimi
boylu boyumca görüyorum...

 

A  dostlar
a  kavga dostu
iş kardeşi
a  yoldaşlar  a..!!.
Tek hecesiz elveda..

 

Geceler sürecek kapımın sürgüsünü,
pencerelerde yıllar örecek örgüsünü.
Ve ben bir kavga şarkısı gibi haykıracağım
mapusane türküsünü.

 

Yine görüşürüz
dostlarım benim
yine görüşürüz...
Beraber güneşe güler,
beraber dövüşürüz...

 

A  dostlar
a  kavga dostu
iş kardeşi
a  yoldaşlar  a..!!.
ELVEDA..!!.......

 

 

 

Adsız Şiirler

 

* * *

İşte geldik gidiyoruz
hoşça kal kardeşim deniz
biraz çakılından aldık
biraz da masmavi tuzundan
sonsuzluğundan da biraz
ışığından da birazcık
birazcık da kederinden
bir şeyler anlattın bize
denizliğin kaderinden
biraz daha umutluyuz
biraz daha adam olduk
işte geldik gidiyoruz
hoşça kal kardeşim deniz
 

     27 Eylül, Pitsunda, 1958

 

 

 

* * *

hoş geldin bebek
yaşama sırası sende
senin yolunu gözlüyor kuşpalazı boğmaca kara çiçek sıtma
ince hastalık yürek enfarktı kanser filan
işsizlik açlık filan
tiren kazası otobüs kazası uçak kazası iş kazası yer depremi sel baskını
kuraklık falan
karasevda ayyaşlık filan
polis copu hapisane kapısı falan
senin yolunu gözlüyor atom bombası falan
hoş geldin bebek
yaşama sırası sende
senin yolunu gözlüyor sosyalizm komünizm filan.
 

                             10 Eylül 1961, Laypzig

 

 

 

* * *

Denizin üstünde ala bulut
yüzünde gümüş gemi
içinde sarı balık
dibinde mavi yosun
kıyıda bir çıplak adam
durmuş düşünür.

Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa,
balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.
 

                                  15 Eylül 1958
                                  Arhipo Osipovka

 

 

 

* * *

Seni düşünmek güzel şey
ümitli şey
dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey.
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
ben artık şarkı dinlemek değil
şarkı söylemek istiyorum...
 


 

* * *

Sevgilim,
başlar önde, gözler alabildiğine açık,
yanan şehirlerin kızıltısı,
çiğnenen ekinler
ve bitmez tükenmez ayak sesleri :
gidiliyor.
Ve insanlar katlediliyor :
ağaçlardan ve danalardan
daha rahat
daha kolay
daha çok.

Sevgilim,
bu ayak sesleri, bu katliâmda
hürriyetimi, ekmeğimi ve seni kaybettiğim oldu,
fakat açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinden
güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan
gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman...

 

                    (İstanbul Hapisanesi)

 

 

 

* * *

Hasretini, yokluğunu, sensizliği
bir ateş yanığı gibi öyle acıyla duydum ki yüreğimin etinde,
gitgide çoğalarak
gitgide derinden işleyerek
öyle dayanılmaz oldu ki bu
seni boğabilirdim senden kurtulmak için
çünkü seni o kadar seviyorum.

 

                        25.02.1943

 

 

 

* * *

Baba!
her yılbaşında
sana söyleyecek
bir tek
sözüm var :
"Seni ne kadar çok seversem
o kadar
çok olsun ömründen geçen yıllar..."

Baba!
Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım!
Ne zulüm, ne ölüm, ne korku
başımı eğemez!
Yalnız senin elini öpmek için
eğilir başım.
Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım...

 

                        1/1/1932

 

 

 

* * *

Seviyorum seni ekmegi tuza banıp yer gibi
geceleyin ateşler içinde uyanarak
ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,
ağır posta paketini,  neyin nesi belirsiz,
telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,
seviyorum seni denizi uçakla ilk defa geçer gibi.
İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık
içimde kımıldanan bir şeyler gibi,
seviyorum seni "Yaşıyoruz çok şükür!' der gibi.

 

                        27 Ağustos 1960

 

 

 

* * *

Seni düşünürüm
anamın kokusu gelir burnuma
dünya güzeli anamın.

Binmişin atlıkarıncasına içimdeki bayramın
fır dönersin eteklerinle saçların uçuşur
bir yitirip bir bulurum al al olmuş yüzünü.

Sebebi ne
seni bir bıçak yarası gibi hatırlamamın
sen böyle uzakken senin sesini duyup
yerimden fırlamamın sebebi ne?

Diz çöküp bakarım ellerine
ellerine dokunmak isterim
dokunamam
arkasındasın camın.
Ben bir şaşkın seyircisiyim gülüm
alacakaranlığımda oynadığım dramın.

 

              7 Ağustos 1959

 

 

 

* * *

Gülüm, iki gözümün bebeği
ölmekten korkmuyorum,
ölmek arıma gidiyor,
onuruma yediremiyorum ölmeği.

 

    15 Ağustos 1959

 

 

 

* * *

Aya gidilecek
daha da ötelere,
teleskopların bile görmediği yere.
Ama bizim dünyada ne zaman kimse aç
kalmayacak,
korkmayacak kimse kimseden,
emretmeyecek kimse kimseye,
yermeyecek kimse kimseyi,
umudunu çalmayacak kimse kimsenin?

İşte ben komünistim bu soruya karşılık
verdiğim için.
 

               26 Ağustos 1959

 

 

 

* * *

Merih'e giden kosmos gemisinde turistler
yeryüzüyce yazılmış şiirler okuyacak.
Her sözü beste beste, renk renk, kat kat açarak
en sırlı çekirdeğe ulaşabilecekler.

 

                          Aralık 1959

 

 

* * *

Ak bir karanfil gibi çatlayıp da çekirdek
atom bahçelerine yürüyünce aydınlık,
yalnız meraklıları değil, bütün insanlık
şiirin aynasında kendini seyredecek.

 

                    Aralık 1959

 

 

 

* * *

Kırdılar tazecik yeşil dallarımızı
Kırdılar kitap tutan ellerimizi
Kanına girdiler çocuklarımızın.

 

              1960, Nisan

 

 

* * *

Laypzig'de bir yağmur yağıyor incecikten,
yağıyoruz vitrinler, ağaçlar, insanlar,
bir de otomobillerin hızı,
bir de geçmiş zamanlar,
bir de saman sarısı,
bir de ben
yağıyoruz yağan yağmurla beraber incecikten.

 

                              18 Eylül 1960
 

 

 

* * *

İnsanların türküleri kendilerinden güzel,
kendilerinden umutlu,
kendilerinden kederli,
daha uzun ömürlü kendilerinden.
Sevdim insanlardan çok türkülerini.
İnsansız yaşayabildim
türküsüz hiçbir zaman.
Hiçbir zaman beni aldatmadı türküler de.

Türküleri anladım hangi dilde söylenirse söylensin.

Bu dünyada yiyip içtiklerimin,
gezip tozduklarımın,
görüp işittiklerimin,
dokunduklarımın, anladıklarımın
hiçbiri, hiçbiri,
beni bahtiyar etmedi türküler kadar...

 

                                  20 Eylül 1960
 

 

 

* * *

günde kaç milyon insan ölür yeryüzünde
doğar kaç milyon
kaçı yaşadım diyebilirdi
kaçı yaşadım diyebilecek
kaçı günde üç öğün yemek yiyebilirdi
kaçı yiyebilecek

 

13 Ağustos 1961, gece

 

  

* * *

Yaşım altmış
on dokuzumdan beri bir düş görürüm
yağmur çamur yaz kış
uykuda uyanık
takılmış düşümün peşine yürürüm.
Neleri alıp götürmedi benden ayrılık;
kilometrelerle umut, tonlarla keder,
taradığım saçlar, sıktığım eller.
Bir düşümle ayrılmadık.
Avrupa'yı, Asya'yı, Afrika'yı düşümle dolaştım
bir Amerikanlar vize vermediler
denizlerden dağlardan çöllerden çok adamları sevdim
adamlara şaştım.
Mapusanelerde ışığıydı hürriyetimin
ekmeğimin katığıydı sürgünde
her biten akşamdaydı, her başlayan günde :
ulu kurtuluş düşü memleketimin.
 

                                              1962

 

 

 

* * * * * * * * * * * * * * *

 

 

 

Otobiyografi

 

1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova'da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ'dan Havana'ya

Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de
961'de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır

partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim

951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın

içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana

başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim

bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım oldu

yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak.

 

kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filân olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir.

 

                         11 Eylül 1961 / Doğu Berlin