Ben hem kendimden bahseden şiirler
yazmak istiyorum,
Hem bir tek elmadan,
hem süpürülen topraktan, hem
Nâzım Hikmet
* * * * * * * * * * * * * * * *
21-1-924
Lambayı yakma, bırak,
sarı bir insan başı
düşmesin pencereden kara.
Kar yağıyor
karanlıklara.
Kar yağıyor
ve ben hatırlıyorum.
Kar...
Üflenen bir mum gibi söndü
koskocaman ışıklar..
Ve şehir
kör bir insan gibi kaldı
altında yağan karın.
Lambayı yakma, bırak!
Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların
dilsiz olduklarını anlıyorum.
Kar yağıyor
ve ben hatırlıyorum.
Açlık Ordusu Yürüyor
Açlık ordusu yürüyor
yürüyor ekmeğe doymak için
ete doymak için
kitaba doymak için
hürriyete doymak için.
Yürüyor köprüler geçerek kıldan ince kılıçtan keskin
yürüyor demir kapıları yırtıp kale duvarlarını yıkarak
yürüyor ayakları kan içinde.
Açlık ordusu yürüyor
adımları gök gürültüsü
türküleri ateşten
bayrağında umut
umutların umudu bayrağında.
Açlık ordusu yürüyor
şehirleri omuzlarında taşıyıp
daracık sokakları karanlık evleriyle şehirleri
fabrika bacalarını
paydostan sonralarının tükenmez yorgunluğunu taşıyarak.
Açlık ordusu yürüyor
ayı ini köyleri ardınca çekip götürüp
ve topraksızlıktan ölenleri bu koskoca toprakta.
Açlık ordusu yürüyor
yürüyor ekmeksizleri ekmeğe doyurmak için
hürriyetsizleri hürriyete doyurmak için açlık ordusu yürüyor
yürüyor ayakları kan içinde.
Asya-Afrika Yazarlarına
Kardeşlerim
bakmayın sarı saçlı olduğuma
ben Asyalıyım
bakmayın mavi gözlü olduğuma
ben Afrikalıyım
ağaçlar kendi dibine gölge vermez benim orda
sizin ordakiler gibi tıpkı
benim orda arslanın ağzındadır ekmek
ejderler yatar başında çeşmelerin
ve ölünür benim orda ellisine basılmadan
sizin ordaki gibi tıpkı
bakmayın sarı saçlı olduğuma
ben Asyalıyım
bakmayın mavi gözlü olduğuma
ben Afrikalıyım
okuyup yazma bilmez yüzde sekseni benimkilerin
şiirler gezer ağızdan ağıza türküleşerek
şiirler bayraklaşabilir benim orda
sizin ordaki gibi
kardeşlerim
sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimiz
toprağı sürebilmeli
pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli
dizlerine kadar
bütün soruları sorabilmeli
bütün ışıkları derebilmeli
yol başlarında durabilmeli
kilometre taşları gibi şiirlerimiz
yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli
cengelde tamtamlara vurabilmeli
ve yeryüzünde tek esir yurt tek esir insan
gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar
malı mülkü aklı fikri canı neyi varsa verebilmeli
büyük hürriyete şiirlerimiz
Benim Oğlan Fotoğraflarda Büyüyor
İçimde acısı var yemişi koparılmış bir dalın,
gitmez gözümden hayali Haliçe inen yolun,
iki gözlü bir bıçaktır yüreğime saplanmış
evlât hasretiyle hasreti İstanbulun.
Ayrılık dayanılır gibi değil mi?
Bize pek mi müthiş geliyor kendi kaderimiz?
Elâleme haset mi ediyoruz?
Elâlemin babası İstanbulda hapiste,
elâlemin oğlunu asmak istiyorlar
yol ortasında
güpegündüz.
Bense burda rüzgâr gibi
bir halk türküsü gibi hürüm,
sen ordasın yavrum,
ama asılamıyacak kadar küçüksün henüz.
Elâlemin oğlu katil olmasın,
elâlemin babası ölmesin,
eve ekmekle uçurtma getirsin diye,
orda onlar aldı göze ipi.
İnsanlar,
iyi insanlar,
seslenin dünyanın dört köşesinden
dur deyin,
cellât geçirmesin ipi.
Beş Satırla
Annelerin ninnilerinden
1946
Beyazıt Meydanındaki Ölü
Bir ölü yatıyor
Bir ölü yatıyor
Bir ölü yatıyor
Bir ölü yatacak Mayıs 1960
Bir Acayip Duygu
«Mürdüm eriği
Sevgilim,
Sevgilim,
Dünkü hava akınında ölenlerin
Sevgilim,
.......... yağmurlu bir gün 7.2.1941
Bir Ayrılış Hikayesi
Erkek
kadına dedi ki:
Bir Gemici Türküsü
Rüzgâr,
Yıldızlar
Başüstünde bir gemici korosu
Bir Hazin Hürriyet
Satarsın
gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu, bir lokma bile tatmadan
Sen doğar doğmaz dikilirler tepene,
Başın ensenden kesik gibi düşük,
En yakın insanınmış gibi verirsin memleketini, günün birinde, mesela,
Yapışır yakana kopası elleri Valstrit'in, günün birinde, diyelim ki,
Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil insan gibi yaşamalıyız dersin,
Ne demir, ne tahta, ne tül perde var hayatında, hürriyeti seçmene lüzum yok
Bu hürriyet hazin şey yıldızların altında. 1951
Bir Kız Vardı Japonya’da
Bir kız vardı Japonyada
ufacık, tefecik bir kız,
Bir bulut vardı dünyada
işi: öldürmekti yalnız.
Bu bulut bu kızcağızın
öldürdü nineciğini,
külünü göğe savurdu,
sonra, yine apansızın
gelip babasını vurdu,
sonra da kızın kendisini.
Ve doymadı ve doymadı
yeni kurbanlar arıyor.
Atom ölümüdür adı,
karanlıkta bağırıyor.
Büyük bir birlik kuralım,
canavarı susturalım.
Savaş cengine gidelim,
canavarı yok edelim.
Bu Vatana Nasıl Kıydılar
İnsan olan vatanını satar mı?
Onu didik didik didiklediler,
Eli kolu zincirlere vurulmuş,
Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
1959
Ceviz Ağacı
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Çocuklarımıza Nasihat
Hakkındır yaramazlık. 1928
Davet
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim....
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...
Dünyayı Verelim Çocuklara
Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler
Gelmiş Dünyanın Dört Bir Ucundan
Gelmiş dünyanın dört bir ucundan
1956
Güneşi İçenlerin Türküsü
Bu bir türkü:-
Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
Akın var
Düşmesin bizimle yola:
İşte:
Sen de çıkar
Akın var
Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Ölenler
Akın var
Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor!
Akın var
Toprak bakır 1924
Hoş geldin!
1932
Karlı Kayın Ormanında
Karlı kayın ormanında
Ayışığı renginde kar,
Memleket mi, yıldızlar mı,
Ben ordan geçerken biri :
Eski takvim hesabıyle
Kurulmamış zembereği
Kar tertemiz, kar kabarık,
Bende boz bir halısı var
Yedi tepeli şehrimde
En acayip gücümüzdür,
Memleket mi, daha uzak,
Geceleyin, karlı kayın
Şimdi şurdan saptım mıydı,
14 Mart 1956,
Memleketimden İnsan Manzaraları
Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk ve telâş
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun
yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
-Galip Usta-
tuhaf şeyler düşünmekle
meşhurdur:
"Kâat helvası yesem her gün" diye düşündü
5 yaşında.
"Mektebe gitsem" diye düşündü
10 yaşında.
"Babamın bıçakçı dükkânından
Akşam ezanından önce çıksam" diye düşündü
11 yaşında.
"Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksalar" diye düşündü
15 yaşında.
"Babam neden kapattı dükkânını?"
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkânına"
diye düşündü
16 yaşında.
"Gündeliğim artar mı?" diye düşündü
20 yaşında.
"Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?"
diye düşündü
21 yaşındayken.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
22 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
23 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
50 yaşına kadar.
51 yaşında "İhtiyarladım" dedi,
"babamdan bir yıl fazla yaşadım."
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
kaptırmış kafasını
düşüncelerin en tuhafına:
"Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorganım olacak mı?"
diye düşünüyor.
Burnu sivri ve uzun.
Yanaklarının üstü çopur.
Denizde balık kokusuyla
Döşemelerde tahtakurularıyla gelir
Haydarpaşa garında bahar
Sepetler ve heybeler
merdivenlerden inip
merdivenlerden çıkıp
merdivenlerde duruyorlar.
Memleketimden İnsan Manzaraları İkinci Bölüm
I
Atlantiğin dibinde upuzun yatıyorum, efendim,
Atlantiğin dibinde
dirseğime dayanmış
Bakıyorum yukarıya: bir denizaltı gemisi görüyorum, yukarıda, çok yukarıda, başımın üzerinde, yüzüyor elli metre derinde, balık gibi, efendim, zırhının ve suyun içinde balık gibi kapalı ve ketum. Orası camgöbeği aydınlık. Orda, efendim, orda yeşil, yeşil, orda ışıl ışıl,
orda yıldız yıldız yanıyor milyonlarla mum. Orda, ey demir çarıklı ruhum, orda tepişmeden çiftleşmeler, çığlıksız doğum,
orda dünyamızın ilk kımıldanan eti, orda bir hamam tasının mahrem şehveti,
mahrem şehveti efendim, gümüş kuşlu bir hamam tasının ve koynuna ilk girdiğim kadının kızıl saçları. Orda rengarenk otları, köksüz ağaçları kıvıl kıvıl mahlukları deniz dünyasının, orda hayat, tuz, iyot, orda başlangıcımız, Hacıbaba, orda başlangıcımız ve orda hain, çelik ve sinsi bir denizaltı gemisi. 400 metroya kadar sızıyor ışık. Sonra alabildiğine derin alabildiğine derin karanlık. Yanlız ara sıra acayip balıklar geçiyor karanlığın içinde ışık saçarak. Sonra onlar da yok. Artık dibe kadar inen kat kat kalın sular kati ve mutlak ve en dipte ben. Ben, upuzun yatıyorum, Hacıbaba, upuzun yatıyorum dibinde Atlantiğin dirseğime dayanmış, bakıyorum yukarlara. Avrupa Amerika' dan Atlantiğin yüzünde ayrıdır dibinde değil. Gazgemileri gidiyor yukarda, çok yukarda, birbiri peşi sıra. Omurgalarının altını görüyorum, omurgalarının altını. Dönüyor keyifili keyifli pervaneleri. Dümenleri ne tuhaf suyun içinde İnsanın tutup tutup kıvırası geliyor. Köpekbalıkları geçti gemilerin altından, karınlarını gördüm ağızları da orda. Gemiler şaşırdılar birdenbire, herhalde köpekbalıklarından değil. Denizaltı gemisi bir torpil attı, efendim bir torpil. Gemilerin dümenlerine baktım: telaşlı ve korkaktılar. Gemilerin omurgalarında imdat arar gibi bir hal vardı, gemiler bir bıçak darbesinden en yumuşak yerini karnını saklamak isteyen insanlara benziyorlardı. Denizaltılar birden üç oldular, derken, altı, yedi, sekiz. Gazgemileri düşmana ateş açarak insanlarını ve yüklerini suya döküp saçarak batmaya başladılar. Mazot, gaz, benzin, tutuştu yüzü denizin. Bir alev deryasıdır şimdi yukarda akan, yağlı ve yapışkan bir alev deryası efendim. Kıpkızıl, gömgök, kapkara, arzın ilk teşekkülü hengamesinden bir manzara. Ve denizin yüzüne yakın suyun içi allak bullak. Köpürüp, dağılıp parçalanmalar. Yukardan dibe doğru inen gazgemisine bak. Gece uykuda gezenler gibi bir hali var: lunatik. Geçti kargaşalığı, girdi deniz dünyasının cennetine. Fakat durmadan iniyor. Kayboldu ıslak karanlıkta. Artık baskıya dayanamaz, parçalanır. ve direği, efendim, bacası yahut nerdeyse yanıma düşer. Yukarda insanla dolu denizin içi. Bir tortu gibi dibe çöküyorlar tortu gibi çöküyorlar, Hacıbaba. Baş aşağı, baş yukarı, uzanıp kısalıyor, bir şeyler aranıyor kolları bacakları. Ve hiçbir yere, hiçbir şeye tutunamadan onlarda iniyorlar dibe doğru. Birden bire bir denizaltı düştü yanıbaşıma. Parçalanmış bir tabut gibi açıldı köprüüstü kaportası ve Münihli Hans Müller dışarı çıkıverdi. 39 ilkbaharında denizaltıcı olmadan önce Münihli Hans Müller Hitler hücum kıtası altıncı tabur birinci bölük dördüncü mangada sağdan üçüncü neferdi. Münihli Hans Müller üç şey severdi: 1-Altın köpüklü arpa suyu 2-Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna. 3-Kırmızı lahana. Münihli Hans Müller için vazife üçtü: 1-Çakan bir şimşek gibi mafevke selam vermek. 2-Yemin etmek tabancanın üzerine. 3-Günde asgari üç çıfıt çevirip sövmek silsilelerine. Münihli Hans Müller'in kafasında, yüreğinde, dilinde üç korku vardı: 1-Der Führer. 2-Der Führer. 3.Der Führer. Münihli Hans Müller sevgisi, vazifesi ve korkusuyla 39 ilkbaharına kadar bahtiyar yaşıyordu. Ve Vagneryen bir operada do sesi gibi heybetli Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna'nın tereyağı ve yumurta krizinden şikayet etmesine şaşıyordu. Diyordu ki ona: -Bir düşün Anna, yepyeni bir manevra kayışı takacağım, pırıl pırıl çizmeler giyeceğim ben. Sen beyaz ve uzun entari giyeceksin, balmumundan çiçekler takacaksın başına. Tepemizde çatılmış kılıçların altından geçeceğiz. Ve mutlak hepsi erkek 12 çocuğumuz olacak. Bir düşün Anna, tereyağı, yumurta yiyeceğiz diye top, tüfek yapmazsak eğer yarın 12 oğlumuz nasıl muharebe eder? Münihlinin 12 oğlu muharebe edemediler çünkü doğamadılar, çünkü henüz, efendim, Anna'yla zifaf vaki olmadan önce bizzat harbe girdi Hans Müller. Ve şimdi 41 sonbaharı sonlarında dibinde Atlantiğin benim karşımda durmaktadır. Seyrek sarı saçları ıslak, kırmızı sivri burnunda esef, ve ince dudaklarının kıyılarında keder. Yanı başımda durduğu halde yüzüme çok uzaklardan bakıyor, İnsanın yüzüne nasıl bakarsa ölüler. Ben biliyoum ki, o bir daha görmeyecek Anna'yı, ve artık bir daha arpa suyu içip yiyemeyecek kırmızı lahanayı. Ben bütün bunları biliyorum, efendim, ama o bütün bunları bilmiyor. Gözü bir parça yaşlı, silmiyor. Cebinde parası var, çoğalıp eksilmiyor. Ve işin tuhafı artık ne kimseyi öldürebilir ne de kendisi ölebilir bir daha. Şimdi şişecek birazdan, yükselecek yukarıya, sular sallayacak onu ve balıklar yiyecek sivri burnunu. Ben Hans Müller'e bakıp, Hacıbaba, bunları düşünürken yanımızda peyda oluverdi Liverpul Limanından Harri Tomson. Gazgemilerinden birinde serdümendi. Kaşları ve kirpikleri yanmıştı. Gözleri sımsıkı kapalıydı. Şişman ve matruştu. Bir karısı vardı Tomson'un: tavan süpürgesi gibi bir kadın, tavan süpürgesi gibi, efendim, zayıf, uzun, titiz, temiz ve tavan süpürgesi gibi münasebetsiz. Bir oğlu vardı Tomson'un: altı yaşında bir oğlan, Hacıbaba, tombul mu tombul, pembe beyaz, sarı papa mı sarı papa. Tuttum Tomson'un elinden. Açmadı gözlerini. "-Vefat ettiniz" dedim. "-Evet " dedi, "İngiliz imparatorluğu ve hürriyeti için: Canım isterse, harp içinde bile Çörçil'e sövmek hürriyeti ve canım istemese de aç kalmak hürriyeti uğruna. Fakat değişecek hürriyette bu son bahis, harpten sonra artık işsiz ve aç kalacak değiliz. Planı hazırlıyor Lordlarımızdan biri. Adalet: ihtilalsiz. Ben İngiliz İmparatorluğu'nu dağıtmaya gelmedim, dedi Çörçil.
Ben de ihtilal çıkarmaya gelmedim: buna Kenterburi başpiskoposu bizim tredünyonun reisi ve karım razı değil. Ay bek yur pardın. İşte bu kadar, nokta, son." Sustu Tomson. Ve ağzını açmadı bir daha. İngilizler fazla konuşmayı sevmezler, hele hümoru seven ölü İngilizler. Tomson' la Müller'i yanyana yatırdım. Şiştiler yan yana, yan yana yükseldiler yukarı doğru. Balıklar Tomson'u afiyetle yediler, fakat dokunmadılar ötekisine, Hans'ın etiyle zehirlenmekten korktular anlaşılan. Hayvan deyip geçme, Hacıbaba, sen de hayvansın ama akıllı bir hayvan...
Nerden Gelip Nereye Gidiyoruz?
Başlangıç
Doğrultup belimizi kalktığımızdan beri iki ayak üstüne,
Arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı,
Kanlı ayak izlerimiz mi önümüzdeki yollarda duran? 1
Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,
Çocuklar ölebilir yarın, 2
Bir şehir vardı.
Pencerende bir sokak bulvarlı. 3
Tahta, beton, teneke, toprak, saman damlarımızla iki milyardan artığız, Ekmek hepimize yetmiyor, kitap da yetmiyor, ama keder dilediğin kadar, yorgunluk da göz alabildiğine. Hürriyet hepimize yetmiyor. Hürriyet hepimize yetebilir ve sevda kederi, hastalık kederi, ayrılık kederi, kocalmak kederinden gayrısı aşmayabilir eşiğimizi. Kitap hepimize yetebilir. Ormanlarınki kadar uzun olabilir ömrümüz. Yeter ki bırakmayalım, yaşanmamış günlerimiz yok olmasın çocukların avuçlarıyla birlikte, boşluğun karanlığına çıkmasın negatif resimcikler, yeter ki ekmek ve hürriyet yolunda dövüşebilmek için yaşayabilelim.
Çağırı
Tanrı ellerimizdir,
İnsanlar sizi çağırıyorum :
Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler, 22.11.962
Şehitler
Veda
Hoşça kalın
A dostlar
Geceler sürecek kapımın sürgüsünü,
Yine görüşürüz
A dostlar
Adsız Şiirler
* * *
İşte geldik gidiyoruz 27 Eylül, Pitsunda, 1958
* * *
hoş geldin bebek 10 Eylül 1961, Laypzig
* * *
Denizin üstünde ala bulut
Bulut mu olsam,
15 Eylül 1958
* * *
Seni düşünmek güzel şey
* * *
Sevgilim,
Sevgilim,
(İstanbul Hapisanesi)
* * *
Hasretini, yokluğunu, sensizliği
25.02.1943
* * *
Baba!
Baba!
1/1/1932
* * *
Seviyorum seni ekmegi tuza banıp yer gibi
27 Ağustos 1960
* * *
Seni düşünürüm
Binmişin atlıkarıncasına içimdeki bayramın
Sebebi ne
Diz çöküp bakarım ellerine
7 Ağustos 1959
* * *
Gülüm, iki gözümün bebeği
15 Ağustos 1959
* * *
Aya gidilecek
İşte ben komünistim bu soruya karşılık
26 Ağustos 1959
* * *
Merih'e giden kosmos gemisinde
turistler
Aralık 1959
* * *
Ak bir karanfil gibi çatlayıp da
çekirdek
Aralık 1959
* * *
Kırdılar tazecik yeşil dallarımızı
1960, Nisan
* * *
Laypzig'de bir
yağmur yağıyor incecikten,
18 Eylül 1960
* * *
İnsanların türküleri kendilerinden
güzel, Türküleri anladım hangi dilde söylenirse söylensin.
Bu dünyada yiyip içtiklerimin,
20 Eylül 1960
* * *
günde kaç milyon insan ölür
yeryüzünde
13 Ağustos 1961, gece
* * *
Yaşım altmış
1962
* * * * * * * * * * * * * * *
Otobiyografi
1902'de doğdum
kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
hapislerde de yattım büyük otellerde de
otuzumda asılmamı istediler
Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de
partimden koparmağa yeltendiler beni
951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
içtim ama akşamcı olmadım
başkasının hesabına utandım yalan söyledim
bindim tirene uçağa otomobile
yazılarım otuz kırk dilde basılır
kansere yakalanmadım daha
11 Eylül 1961 / Doğu Berlin
|
---|